Skip to main content

Türk Devletçiliği ve Özelleştirme

Şaşırarak izliyorum özelleştirme tartışmalarını… Özelleştirme yandaşları da, karşıtları da sanki, katı bir ideolojik savaş veriyorlar…

Oysa ki Türk Devletçiliği, sosyalist devletçilik anlayışından farklı olarak, ideolojik değil pragmatik bir devletçilik anlayışıdır. Amacı, sosyalist devletçilik gibi, sınıfsız bir toplum yaratmak değildir, Türk Devletçiliği’nin…

Sermaye birikimi yapamamış müteşebbisi-kapitalisti olmayan bir ülkede, devletçilik uygulamadan, nasıl gerçekleştirilebilirdi ki; sanayileşme ve de kalkınma?

Türk Devletçiliğinin amacı; sınıfsız toplum yaratmak bir yana, müteşebbis yaratmak, kapitalist yaratmaktır Türkiye’de. birinci İzmir İktisat Kongresi, bunu açıkça söylemiyor mu? Kongre diyor ki: Biz devlet eliyle kapitalist yaratacağız, kapitalistler de sanayiyi…

Amaç, sermaye birikimi olunca, sermaye birikimini bireyler eliyle gerçekleştirmek olunca, KİT’ler elbette zarar edecekti ve de etmişlerdir. Sermaye büyüdükçe, müteşebbisler çoğaldıkça, giderek artan oranlarda zarar etmişlerdir hem de.

Aslında KİT’ler, hiç olmazsa içlerinden bazıları, zarar etmeden de yürütebilirlerdi kapitalizmi geliştirmek işlevlerini. 1980 öncesinde öyle de olmuştur. Yeter ki; Devlet’i sahiplenmiş, nitelikli yöneticilerin ellerinde olsunlar…

Amacı, sınıfsız toplum yaratmak değildi Türk Devletçiliği’nin. Gerçekten de Türkiye’yi sosyalist de yapmadı, sosyal demokrat da yapmadı. Cumhuriyet Türkiye’nin üretim biçimi, kapitalist üretim biçimidir, bugüne dek…

Böyle bir devletçilik anlayışıyla özelleştirme anlayışı arasında, ideolojik bir çatışma da söz konusu olamaz elbette. Hele de kapitalizm yeterince gelişmişse ve özel sektör artık daha nitelikli ve daha ucuz üretim yapabilmekteyse.

Bu görüşlerimi, bizim devletçiliğimizi eleştirip, sosyalist devletçiliği yüceltmek için söylemiyorum. Nasıl söyleyebilirim ki zaten? Sovyet Devletçiliği yok oldu bile, bizimki daha dayanıklı çıktı, henüz komada. Üstelik onların henüz “Bunlar eskiden, kara delik değillerdi; basma ürettiler, şeker ürettiler” demenin, yararı yok.

KİT’lerin çoğu için, iş işten geçmiş artık. Artık Sümerbank Nazilli fabrikası, “yandım-alamadım basması” üretmese de olur. Çünkü özel sermaye, birikti. Yeterince müteşebbisimiz var, hem de uluslararası düzeydeler. Bir de globalleşme rüzgarı: KİT’ler, artık satılabilir.

Sosyal devlet, sosyalist devlet değildi ama, o da güme gitti gibi görünüyor, sosyalist devletle birlikte. Kamu hizmetlerinin, karşılıksız olmasına herkes karşı, hatta ucuz olmasına bile karşılar, “bedelini ödersen yararlanırsın”.

Peki peki anladık; KİT’leri satalım. Satalım satmasına da seçerek satalım, hepsini satmayalım. Bazıları birgün gerekecek bize…

KİT’lerin bazıları yarın kapitalizmin, vahşi kapitalizme dönüşmesini engelleyebilmek için, çok gerekecek bize… Liberal, ama gerçekten liberal ekonomi için çok gerekecekler bize…
Teknolojik gelişmenin, daha da çoğaltacağı işsizler ordusunun, sokağa dökülmesini önlemek için de gerekecek…

KİT’lerden bazıları bize, ulusal bağımsızlığımızı korumak için, çok gerekecek. Bugün de gerekiyorlar zaten.

Türk kökenli olsun, Kürt kökenli olsun farketmiyor. Yatırımcı yurttaşlarımız, Doğu ve Güneydoğu’ya kurmuyor fabrikalarını. Yaraları sarmaya gidecek olan, yine Türk Devleti’dir, kar-zarar düşünmeden. Onlar bize, ulusal bütünlüğümüz için de gerekecek…

Sözün kısası; KİT’lerin satılması gerekeni de var, satılmaması gerekeni de. Nasıl gerektiyorsa akim yolu, öyle yapalım.

“Satarım-hayır sattırmam” inatlaşmasının bugün, ne gereği var ne de yararı…

Yeni Asır, 14 Mart 1996

Originally posted 2015-11-02 10:55:10.

Çocukluğumun Karşıyaka’sı

İlkokul birinci sınıfı Karşıyaka’da Türk Birliği İlkokulu’nda, ortaokulun tamamını Karşıyaka Ortakoulu’nda okudum. O yıllar, hayatımın en güzel dönemlerinden biridir. Geceleri uyku tutmadığında güzel şeyler düşlemek istersem, o günleri anımsarım.

Yer yüzünde Karşıyaka’dan güzel bir kent olamayacağını sanırdım. Babam, Diyarbakır’a atandığında Karşıkaya’dan ayrılmaktan duyduğum üzüntüyü, bugün bile unutamadım.

Yanlış anımsamıyorsam tüm kordonda tek bir apartman vardı. Bugün anıtın bulunduğu noktada, ama deniz doldurulmadığı için çok daha içeride “Benzinci lbrahim”in istasyonunun bulunduğu yerden itibaren Alaybey tarafında evler yine bitişik nizam yapılmıştı ama çok üç katlıydılar. Arka taraflarında ise erik ağaçlarının, kayısı ağaçlarının bulunduğu güzelim bahçeler vardı.

Rüzgarlı havalarda dalgalar evlerin kapılarına kadar vururdu.

Sahilin diğer kesiminde ise, Iskele’nin karşısındaki ufak bölüm hariç, Bostanlı’nın sonuna kadar, evler-köşkler hep bahçe içindeydi.

Alsancak’tan vapurla gelirken, o bahçelerdeki palmiye ve hurma ağaçlarını, ağır ağır dönen yel değirmenleri seyretmeye bayılırdım. İskelenin her iki tarafından denizin dibi, tamamen incecik bir kumla kaplıydı.

23 Nisan’da veya en geç 1 Mayıs’ta deniz mevsimini oradan denize girerek açardık.

Deniz öylesine temiz ve beraktı ki; balık yemi olarak kullandığımız sülünezlerin yuvalarını rahatlıkla görebilir ve parmağımızı kuma daldırdığımız gibi sülünezi çeker alırdık…

Susadık mı; susuzluğumuzu iskele önündeki çeşmeden kana kana Yamanlar suyu içerek giderirdik. Çeşme’nin önünde, karşı tarafta oturan subayların emirerleri, ellerinde testilerle kuyruk oluştururdu.

Sahil boyunca kayıklar, narin yapılı şarpiler demirliydi.

Özellikle İskele-Bostanlı arasında, denize girmek veya tekneye binmek için yapılmış küçük iskeleler vardı. Bunların her birine kendimizce isimler takmıştık; küçük deniz, beyaz deniz gibi…

Yüzmek için bunlardan hergün bir başkasına gider ve sanki her birinde farklı özellikler bulurduk.

Sahil boyunca genç kızlar, kadınlar mayoları ile çekinmeden denize girer, kıyıda sere serpe güneşlenirlerdi.

Yaz boyunca bütün gün mayo ile gezer, denize girer girer çıkardık.

Acıktık mıydı da bir somun sıcak ekmeği, nar gibi kırmızı kocaman bir domatesle ve bir parça tulum peyniri ile yerdik.

Sabahları balıkçılar, yayvan sepetlerinde üzerine ıslak çuval parçaları örttükleri kocaman çipuraları satarlardı.

Onlarla aynı saatlerde sokak satıcıları, “buz gibi bardacık” diye bağırarak dolaşırlardı.

İç sokaklardaki evlerin çoğu bahçe içindeydi. Kendi bahçelerinde üç-dört çeşit erik bulunan çocuklar bile, erik hırsızlığı yapmaya bayılırdı.

Sıcak öğle saatlerinde sokaklar bomboş olur, kumru sesinden başka ses duyulmazdı. Yusufçuk, yusuf, yusufçuk…

Bazı geceler düşümde, o eski Karşıyaka yaşıyor. Çarşı içinde “Karakulak” ın dükkanına giderek, günlüğü yirmibeş kuruşa “Pardayanlar”ın altıncı cildini kiralıyorum.

Cumhuriyet, 14 Aralık 1989;
Gazete Ege, 19 Mayıs 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:12.

Men-i İsrafat Kanunu

Cocuk olduğum çağlarda biz okulda, her yıl, “Yerli Malı Haftası” kutlardık. Yerli malı olarak doğallıkla, ayva, portokal, kuru incir ve üzüm getirir, afiyetle yerdik. Öğretmenlerimizin, bize göstermek için, Nazilli Basması ve Beykoz Kundura getirdiği de olurdu. Yerli Malı Haftası, sanırım şimdilerde de kutlanıyor. İçi boşalmış olarak kutlanıyor, eğer kutlanıyorsa. Çünkü; çocuk olduğum çağların haftası bize, tasarrufun bir erdem olduğunu öğretmek için kutlanırdı.

Zaten toplumsal geleneğimizde, İslam dininin de etkisiyle, tasarruf bir erdem sayılır, israf ve gösteriş için yapılan harcamalar, hoş karşılanmazdı. Orucu, zeytinle açmak bundardır.

Sonraları önce rant ve ardından da kara-para icat oldu ve gelenek bozuldu. Artık, erdem sayılan, tüketimdir. İftar yemeği, yine zeytinle başlasa da kuşkonmaz ve havyarla sürdürülebiliyor. Zeytin bulamayanların sayısı da epeyce arttı…

Yeni nesilller bilmez ve uzun zamandır hiç uygulanmadığı için eskiler de unutmuştur ama bu toplum, bir zamanlar, galiba Osmanlı zamanında, israfı engellemek için yasa bile çıkartmıştır. Uygulanmasa da yürürlükten kaldırılmamış olan bu yasanın adı, “Savunganlığı Yasaklama Yasası” Osmanlıcası yazımın başlığı oldu zaten…

Savurganlık sayılan harcama sınırları, aklımda değil. Ama “Kuruş” olarak belirlendiğini unutmadım. Bir liranın yüzde biri yani etrafı tırtıllı, yuvarlak madeni bir kuruşları ve yüz para denilen, sarı, ortası delik, ikibuçuk kuruşları, görüp kullanan nesildenim ben.

Men-i İsrafat Kanunu’na göre, örneğin düğünde, üçbin kuruştan fazlasını harcayanlar, üç ay hapsolunurlar. Şimdi ben, bir sandviç aldığım zaman bu limiti tam beş bin kat, o da yüzellibin liralık sandviç bulursam, aşmış olmuyor muyum? Amma da müsrifim değil mi?

Bereket ki; tasarrufu, yeniden erdem sayılacak hale getirmek amaçlı çalışmalar gündemde. Kimi kamu kuruluşlarında, video ve tv’ler satılıyor, makam araçlarına sınırlama getiriliyor. Bu aletlerin çoğu, uzun yıllar önce, genellikle de bağış yoluyla edinilmiş ve biraz zor kullanılır durumda. Yine de sadece numaralarla, onların da alt kademeleriyle sınırlı olmamak koşuluyla, iyi bir başlangıç. Nasılsa memur, tasarrufun, hep kendisinden başlatılmasına alışıyor.

Enerji dar boğazı korkusu, elektrik tasarrufuna, ayrı bir önem kazandırıyor. Gereksiz lambalarımızı söndürüyoruz. İstersen söndürme de TEDAŞ, göstersin sana gününü….

Biz, birer ampulümüzü söndürerek, enerji tasarrufuna katkı yapalım yapmasına.

Peki ama acaba neden, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’ndaki karpuz lambalar, saat 15’de yakılmakta, kimi günlerde ise hiç söndürülmemektedir!

Gazete Ege, 26 Ocak 1998

Originally posted 2015-11-02 10:55:09.