Skip to main content

Kalkınma Sürecinde Tarımın Yeri

Azgelişmişlik

Bilindiği üzere, Dünya ülkeleri arasında, zenginlik düzeyleri açısından, önemli farklılıklar vardır. Bu ülkelerden zengin olanlarına gelişmiş, fakir olanlarına ise azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler, denilmektedir.

Böylelikle de; fakir ülkelerin zengin ülkelere yetişmek, yani kalkınmak gibi bir sorunları olduğu belirtilmektedir.

Azgelişmişlik, mutlak değil, nisbi bir kavramdır. Ülkeler arasında, önemli zenginlik farklılıkları olmasa azgelişmişlik diye bir kavram olmazdı.

Gerçekten bundan 100 yıl önce, bugünün ülkeleri, bugünün bazı gelişmekte olan ülkelerinden bile, daha geri bir düzeyde oldukları halde, bu ülkelerde, az gelişmişlikten ve kalkınma gereğinden, söz edildiğine rastlanmamaktadır.

Kalkınma nedir?

Kalkmmış-geri kalmış ülke ayrımında;
-başlıca sektörlerin milli gelirdeki payları,
-çalışan nüfusun başlıca sektörlere dağılımı,
-şehirleşme oranı,
-çeşitli malların fert başına tüketim miktarı gibi ölçüler de kullanılmakla beraber en çok kullanılan ölçü, fert başına düşen milli gelir, ölçüsüdür.

Dolayısıyla, kalkınmayı da fert basma düşen milli gelirin devamlı ve reel olarak artması, biçiminde tanımlamak, yanlış olmaz.

Kalkınmada, tarıma öncelik verilmesini savunan görüşler de bulunmakla beraber, genel olarak kalkınma ile sanayileşme kavramları, eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Bunun başlıca nedenleri, sanayi sektöründe iş sahası yaratma olanaklarının sınırsız oluşu ile dünya ticaretinde, ticaret hadlerinin, devamlı olarak sanayi ürünleri lehine, tarım ürünleri aleyhine değişmesidir.

Kalkınma ile sanayileşme kavramlarının eş anlamda olduğunu söylerken, kuşkusuz ki, tarımsal gelişmeden vazgeçilmesini kastetmiyoruz. Tam aksine, aşağıda belirteceğimiz üzere, tarımsal gelişme, sanayileşmenin rakibi değil, ön koşuludur.

Esasen, bugünün gelişmiş ekonomileri sanayi devrimlerini başarmadan önce, bir tarım devrimi aşamasından geçmişlerdir. Başka bir deyişle, ekonomik kalkınmada tarım sektörü, diğer sektörlerin gelişmesinden önce kalkınmış ve ikinci ve üçüncü sektörlerin gelişmesinde, yardımcı olmuştur. Tarım sektöründe kaydedilen bu gelişme, toprak reformları ile başlamış ve önce ekstantif tarım, sonra modern ve makinalaşmış entansif tarım şeklinde, kendini göstermiştir.

Kalkınma Sürecinde Tarımın Yeri

Kalkınma, bir sermaye birikimi sürecidir. Ülke nüfusunun bir bölümünün sermaye birikimi işlerinde çalışabilmesi için, bunların cari tüketim gereksinimlerinin nüfusun geri kalan kısmı tarafından karşılanması gerekir.

Geri kalmış ülkelerde, tüketim mallarının en önemli bölümünü, gıda maddeleri oluşturduğundan tarım sektörünün, kalkınmada özel bir önemi ve rolü bulunmaktadır.

Gerçekten, insanlar ancak tüketmek zorunda oldukları gıda maddeleri, başkaları tarafından üretildiği ölçüde, yatırım işlerinde çalışabilirler.

Bu olanak da tarım sektöründe, adam başına verimin arttırılması ile sağlanabilir.

Örneğin, tarım sektöründe çalışan bir kişi, üretimi ile kendisinden başka, bir kişiyi daha besleyecek kadar üretim yapabiliyorsa, o ülkede nüfusun yarısı tarım dışı sektörlerde ve bu arada yatırım işlerinde çalışabilecek demektir.

Dolayısıyla, sermaye birikiminin en önemli kaynağının, tarımsal ve verim artışı daha doğrusu bunun sağladığı tarımsal artık olduğu söylenebilir.

Tarım sektörünün, iktisadi kalkınmadaki diğer fonksiyonları da şöyle sıralanabilir;

1) Sanayi sektörü, üretimde bulunabilmek için hammaddeye gereksinim duyacaktır. Kalkınma süreci içinde, giderek artacak olan bu gereksinimi, karşılayacak olan sektör önemli ölçüde tarım sektörüdür.

2) Azgelişmiş ekonomilerde ihracat ürünleri geniş ölçüde gıda maddeleri ile hammaddelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla yatırım malları ithalatı için gerekli döviz gereksiniminin kaynağını, özellikle başlangıçta, tarım sektörü oluşturacaktır.

3) Ekonomik kalkınma, bir açıdan fabrikalarda işçi çalıştırmak demektir. Dolayısıyla sanayileşmeye paralel olarak, gelişen sektörlere işgücü sağlamak önemli bir sorundur.

Sanayi sektörünün işgücü kaynağını da yine tarım sektörü oluşturacaktır. Bunun için yukarıda da belirttiğimiz gibi, tarım sektöründe, verimliliğin arttırılması gerekmektedir.

4) Az gelişmiş ekonomilerde, toplam tasarrufların azlığı kadar mevcut tasarrufların yatırımlara gitmeyişi de önemlidir.

Bunun önemli bir nedeni, talep darlığıdır. Tarım sektörünün geliştirilmesi halinde, bu sektörde, sanayi ürünlerine karşı bir talep yaratılarak sanayi yatırımlarının arttırılması sağlanabilecektir.

5) Geri kalmış ülkelerde, başlangıçta mevcut tek önemli sektör tarım sektörüdür.

Tarım dışı sektörler, tarihi siyasi, ekonomik ve sosyolojik nedenlerle gelişememişlerdir.

Ekonomik kalkınma, finansmansız gerçekleştiremeyeceğine göre, bu ekonomilerde tarım sektörü, iktisadi kalkınmayı, finanse etmek zorundadır.

Ekonomik kalkınma; bu nedenle de önemli ölçüde tarım sektöründe, prodüktivitenin arttırılmasına ve gelir düzeyinin yükseltilmesine bağlıdır.

Özellikle belirtmek gerekirse, kalkınma süreci, bir anlamda tarım sektöründen sanayi sektörüne kaynak aktarma sürecidir.

Başka bir deyişle, sermaye birikiminin temel kaynağı, tarım sektöründe yaratılan artık değerdir.

Tarım sektöründen, tarım dışı sektörlere kaynak aktarmanın başlıca yöntemleri, şunlar olmuştur

1-Vergilendirme,

2-Tarım ürenleri ile sanayi ürünleri arasındaki ticaret hadlerini, tarım ürünleri aleyhine değiştirmek.

1-Vergilendirme Yöntemi

Tarımın vergilendirilmesinde; özelikle Türkiye gibi, kırsal kesimde, okuma yazma oranının düşük olduğu, küçük işletmelerin egemen bulunduğu geri kalmış ülkelerde tarımın vergilendirilmesi, teorik ve pratik güçlüklerle karşı karşıyadır.

Gerçekten, Cumhuriyet dönemimizde, arazi, hayvanlar ve yol vergisi denemelerine rağmen, tarım sektöründen ciddi bir vergi hasılatı sağlanamamıştır.

Son yıllarda yürürlüğe konan ve tarım ürünlerinin satışı sırasında üreticiden stopaj suretiyle alman vergi ise; hasılat açısından verimli olsa bile son derece adaletsiz bir uygulamadır ve yürürlükten kaldırılmalıdır.
Çünkü bu vergi, kârdan değil satış hasılatından kesildiği için üretici, zararına bile satış yapsa, vergi ödemek zorunda kalmaktadır.

%30 kâr haddine göre yaptığı satışta ise; %7 stopajda, vergi oranı %43 olmaktadır. Oysa, sermaye gelirinden alman verginin oranı %10’dur.

2- Ticaret Hadlerini Kullanma Yöntemi

Türkiye’de tarımdan diğer sektörlere kaynak aktarımı için temelde, tarım ürünleri fiyatlarını sanayi ürünleri fiyatlarına göre düşük tutmak, yöntemi kullanılmıştır.

1980 öncesinde, tarım ürünleri fiyatları, sanayi ürünleri fiyatlarına göre, düşük tutulmakla birlikte, aralarındaki oran yani ticaret hadleri, az çok istikrarını korumuştur.

1980 sonrasında ise; bu denge çılgınca bozulmuştur.

Örneğin 1980-1986 döneminde tarımsal üretim girdi fiyatları, 22 kattan başlayıp 35 ila 60 kat arttırılırken ürün fiyatlarındaki artış, en çok 17 ve ortalama 13 kat olmuştur.

Dolar bazında işçi tarımsal ürün fiyatları düşürülmüştür. Örneğin, 1980 yılında 106 cent olan pamuk fiyatı, 1986 yılında 42 cente, 3.5 Dolar olan zeytinyağı fiyatı ise, 1 Doların altına indirilmiştir.

1986-1987 döneminde, durum daha da kötüdür.

İşin ilginç yanı, sağ iktidarlar tarafından, tarımın örgütlü ve düzenli biçimde sömürülmesi için üretici köylünün biricik demokratik-ekonomik örgütü olan kooperatiflerin, özellikle tarım satış kooperatiflerinin kullanılmış olmasıdır.

Sağ iktidarlar yönetimindeki tarım satış kooperatifleri; ihracatçının ve tüccarın istekleri doğrultusunda belirlenen, düşün taban fiyatları üzerinden aldıkları ürünü, işleyip depoladıktan sonra, bedelini bile almadan, teminat mektubu karşılığı tüccara vermişler, onları alım-depolama ve işletme giderleri ile stoklama gider ve risklerinden koruyarak, büyük karlar sağlamalarına, yardımcı olmuşlardır. Biz buna “kooperatiflerin özel sektörün depoculuğu görevi” diyoruz.

Tarımdan sanayiye kaynak aktarımı işlemi söz konusu hangi yöntemle yapılırsa yapılsın sonuçta tarım dışı sektörler, tarım sektörünü sömürmüş olacaktır.

Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi kalkınmanın da tarımdan sanayiye kaynak aktarmaktan başka yolu yoktur.

Burada, üzerinde önemle durulması gereken nokta; tarım sektörünün diğer sektörler tarafından sömürülmesi olayının, zorunlu olarak, üretici köylünün de sömürülmesi, anlamına gelmeyebileceğidir.

Başka bir deyişle, tarımdan sanayiye kaynak aktarma işlemini, üretici köylüyü sömürmeden de gerçekleştirmek mümkündür.

Bunun yolu; SİVİL TOPLUM örgütlenmesinden yani ekonominin de demokratikleştirilmesinden geçmektedir.

Ekonominin demokratikleşmesi, üretim araçları mülkiyetinin yaygınlaşması ve fabrikaların devletin ve özel sektörün değil üreticilerin, işçilerin malı olması, üretimin yanında, tüketimin de kooperatifleşmesi demektir.

Üretim ilişkilerinin özüne dokunmayan, bir devletçilik anlayışı, devlet kapitalizminden başka birşey değildir.

Devletin ekonomide güçlenmesi, özellikle sağ yönetimler döneminde, kapitalizmin de güçlenmesi ve emekçi yığınların daha fazla ezilmesi sonucunu vermektedir.

Bu nedenle, sosyal demokratlar devletçiliği değil, üretim araçları mülkiyetinin yaygınlaştırılmasını, ekonominin demokratikleştirilmesini, yani SİVİL TOPLUM örgütlenmesini savunmak, başka bir deyişle, sömürü düzenine karşıtlıklarını sivil toplum örgütlenmesi ile somutlaştırmak durumundadır.

Sivil toplum örgütlenmesinin en önemli bir aracı tarımsal amaçlı demokratik üretim kooperifçiliğidir.

Üretici köylünün sömürülmesini gerektirmeyen bir sanayileşme için, herşeyden önce, tüm üreticiler demokratik üretim kooperatiflerinde örgütlenmelidir.

Devlet yönetici değil, etkin bir denetleyici ve yol gösterici olmalıdır.

Devlet, hangi yörede hangi ürünün ne kadar üretileceğini belirlemek üzere, merkezi bir tarımsal üretim planı hazırlamalıdır.

Devlet emredici değil, yol gösterici ve yönlendirici bu plana uygun olarak yapılan tüm üretimi, sonuna kadar desteklemelidir.

Böyle bir düzende, demokratik üretim kooperatifleri; ÜRET-İŞLET-SAT ilkesi doğrultusunda, ürettikleri tüm ürünü kendileri işleyip, işledikleri tüm ürünü kendileri pazarlamalıdır.

Böylelikle, tarımsal üretim kalkınmanın gereklerine uygun bir düzene kavuşarak artacağı gibi tarımda yaratılan artı değer aracıların değil, üretici köylülerin örgütleri elinde toplanacaktır.

Büyük olasılıkla bir artı değer; öncelikle kooperatiflerin, kendi ürünlerini işleyecekleri, işletmeleri edinmelerinde kullanılacaktır. Örneğin, tütün sektöründeki kooperatif veya birlikler kendi tütünlerini kendileri işlemek üzere, kendi sigara fabrikalarını kuracaklardır.

Daha sonra çeşitli kooperatif birlikleri, kullandıkları traktörü, gübreyi, tarım ilaçlarını üretmek üzere, biraraya gelip, sanayi yatırımlarına da girişebileceklerdir.

Aynı oluşumun, tarım dışı sanayi yatırımları konusunda gerçekleşmemesi için hiçbir neden yoktur. O halde, son bir aşama olarak, üretim ve tüketim kooperatif birlikleri ile işçi sendikalarının birleşerek ellerinde biriken fonları, ağır sanayi yatırımlarını gerçekleştirmek için kullanmaları neden mümkün olmasın?

Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Mayıs 1991

Originally posted 2015-11-02 10:52:01.

Tren

Demir ağlarla ördük anayurdu’ diye övünerek büyüdü bizim nesil. Ve bu yüzden biz trenleri çok severiz… Eskiden, özellikle küçük kentlerde yaşayanlar, giyinip-Kuşanıp, trenleri seyretmek için, gar gezmesine giderlerdi.

Ben de İzmir’den İstanbul’a vapurla gitmeyi de severdim ama, daha çok, Bandırma hattından gitmeyi severdim. Çünkü; hem vapur vardı hem tren. İzmir Bandırma arasında, bir hızlı tren çalışsa, Bandırma-İstanbul arasında da deniz otobüsü, kara yolundan giden kalır mı acaba?

Yemekli vagonu olan hatlardaki yolculuklarımda, çay falan içmek için o vagonda da oturmuştum kuşkusuz. Ancak ilk tabldotumu, Mülkiye’yi bitirip Hazine ve Kambiyo Kontrolörü olarak İzmir’e turneye gelirken, moto trende yiyebilmiştim. Rosto, iç pilav, salata ve yanında da buz gibi Tekel birası… Ankara’dan İzmir’e kalkan trenler, hemen bozkıra girer ve kolay kolay da çıkamazlar. Eğer yaz veya güz ise, sarı ya da gri, yumuşak tepelerde tek bir ağaç bile göremeden, gider-gidersiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmış, iki katlı güzel bir taş bina. Altı yolcu salonu, üstü lojman. Binanın çevresinde, kocaman çınarlar, biraz arkadaki bir dere yatağının kenarında kavak ağaçları. Belki de çeşme çevresinde salkım söğütler: “Ağlama salkım söğüt ağlama…”

En Pahalı Taşımacılık

Ne yazık ki; 1950 sonrasında, demir yolu tutkusu, yerini kara yolu sevgisine bıraktı ve demir ağlar tamamlanamadı. Yeni hatlar açılmak bir yana, eskilerin bakımı ve ıslahı da yapılmadı. En pahalı taşımacılık olan kara yolu taşımacığını, bizim kadar çok kullanan bir başka ülke olduğunu sanmıyorum. Daha da kötüsü, her yıl, binlerce insanımız, trafik kazalarında, yok yere telef olup gidiyor.

Aslında ben, tren kazası yaşadım. Bilecik civarında toprak kayması olmuş. Lokomotif ve önden dört vagon, dereye yuvarlandıydı. Ben de kuşetten aşağı. Ama yine de tren yolculuğu, kıyaslanamayacak kadar daha güvenlidir…

Cumhuriyetimiz, Doğu-Batı demiryolu bağlantılarını, gerçekleştirmiş. Kuzey-Güney bağlantıları yok gibi. Trabzon’a tren yok. Sinop’a Antalya’ya, Muğla’ya da yok. Aydın-Muğla arası ne kadarcıktır. Tren yolu yapmak çok mu zor. Bodrum ve Marmaris’in hatırına, belki yakında oto-yol yaparız da trenyolu yapmayız.

Ben diyorum ki; gelin yeni bir demiryolu seferberliği başlatalım. Mevcutları ıslah edelim. İstanbul-Ankara hızlı trenininin bitirelim. Bir de İzmir-Bandırma arasına yapalım. Demiryolu, Trabzon’a, Ordu ve Giresun’a, Sinop’a ulaşsın. Antalya ve Muğla’ya da.

Bir de çok zorunlu olmadıkça, ileri teknoloji yerine, emek yoğun teknoloji kullanalım ki istihdam sorunu da hafiflesin. Asgari ücretten işe başlamaya razı olan herkesi, demiryolu ya-pımında çalıştıralım. Yol güzergahlarında, her 40-50 kilometrede bir, çalışma kampları kuralım. Geceleri, kamp ateşi önünde, işsizlikten kurtulmuş insanlarımız, ülkesi için iyi birşeyler yapmanın keyfiyle halay çeksin…

Gazete Ege, 28 Temmuz 1997

Originally posted 2015-11-02 10:51:09.

Balık

Evdekileri ben zorla alıştırdım. Haftada en az bir kez balık yeriz. Ya cumartesi, çoğunlukla da pazar akşamında…

Dün pazardı, Üçkuyular pazarına gittim. Balıkçı tezgahları neredeyse boş. Hamsinin kilosu onbine. Hamsi küçük olur, ama bunlar hamsi bebesi. Hani avlanma yasakları…

Bir tezgahta iki palamut gördüm. İkisi, bizim üçümüze eh yeter. Gel de al alabilirsen: Tanesi yüzbin lira, biftek bile daha hesaplı.

Bindokuzyüzaltmışlı yıllarda, Karaköy Köprüsü üstünde balık satarladı. Çingen palamutun çifti iki buçuk lira. Gülhane Parkı’ndan Kumkapı’ya kadar, çiroz sergileri uzanırdı.

Öğle yemeklerim ucuza gelsin diye, Köprü altına balık yemeğe giderdim. Ya uskumru ya da palamut ızgara. Küçük balıkçı lokantaları vardı. Ne de olsa, memur kısmına, sandaldan balık-ekmek yemek yakışmaz…

Bir de Perşembe Pazarı balıkçımız vardı: Oraya gittik miydi, özenle kızartılmış palamutun yanında, gelsin bir şişe de ucuz beyaz şarap…

Balıklardan ben, en çok uskumruyu, palamutu severim, bir de sardalyayı… Güya da İzmirliyim ama ben; isparozu, lidakiyi ve de çipurayı bile, daha az severim.

Lüfer dururken, uskumruyu; kılıç dururken, palamutu; kalkan ve trança dururken, sardalyayı sevmek; Galatasaray dururken, Beşiktaş’ı sevmeye benziyor belki ama ben, Beşiktaş’ı seviyorum, sardalyayı, uskumruyu, çingen palamutunu seviyorum.

Aslında palamutu, tanesi yüzbine bile olsa görebilmek güzel. Geçen yıl hiç göremedim gibi… Balık çiftlikleri olmasa, çipurayı da unutacağımız kuşkusuz. Havuzda çipura üretenlere saygım var, bir canlı türünü geliştirip koruyorlar. Ama alınmasınlar: Nerede onların çipurası, nerede rahmetli babamın sabaha karşı Bayraklı kıyısında yakalayıp, ıslak çuval içinde getirdiği çipuralar. Bir tanesi ile hepimiz doyardık. Bir büyük tepside, etrafına, domates, patates, patlıcan falan dizerek fırına verir ve öyle doyardık.

Balık pişirmek bir sanattır. Her balık, aynı ateşte, aynı yöntemle pişirilmez. Pişirilirse ne olur? Pişirilirse, yazık olur. Çipura ya mangal da ızgara ister ya da kara fırında fırınlanmayı. Barbuna tava yakışır, kefale bol soğan, sarmısak ve de bol baharat eşliğinde pilaki olmak… Ben sardalyayı ızgara da yapıyorum buğulama da. Benim sardalya buğulamamda sadece su, sıvı yağ, limon ve de karabiber bulunur. Parmaklarınızı yalarsınız yerken…

Diyorum ki, emekli olup, küçük bir dükkan açsam: Balık pişirip satmak için. Hergün birkaç kilo balığı, sekiz-on müşteriye, kendi bildiğim gibi pişirip satsam. Hem para kazansam, hem de balıklar iyi pişmişse, yaptığım işten, keyif duysam.

Halkım beni burs vererek Mülkiye’de okuttu. Müfettiş, müdür, genel müdür yardımcısı ve genel müdür yaptı. İyi yetiştirdi, iyi deneyim kazandırdı. Bir yıllığına Londra’da bile yaşattı. Sonradan 1402’lik olduysam bunda benim halkımın kusuru yok. Ama, benim de kusurum yok. Halkımın Danıştayı da bir yolunu buldu, beni 1402’den kurtardı. Bir zamanlar üyesi olduğum siyasal parti de bana bir il müdürlüğü bile verdi. Görevimi iyi yapıyorum. Batık denen KİT’lerden birini yönetmeyi yeğlerdim. Demiryolculuk, Atatükçülüktür. Karayollarına değil de Devlet Demir Yollarına genel müdür olmak isterdim.

Arabam yok. Yazlığım, yani bahçem de yok. Bu demektir ki; mangalda ızgara yapamam. Sermayem de yok, lokanta da açamam. O zaman, gelsin sardalya buğulama…

Ama, ben yiyorum diye tükeniyorsa balıklar, balık da yemeyeceğim. Trolle, kalleşçe avlanmış balıkları yemek istemiyorum. Misina ile savaşarak mertçe, yakalanmalı benim yiyeceğim balık.

Yaşam denizlerde başlamış. Belki de yeniden denizlere dönecek, yer kürenin patlamadığı bir kıyamet sonrası…

Ben, balık yemekten çok, balıkların yaşamasını seviyorum, masmavi denizlerde…

Originally posted 2015-11-02 10:55:18.