Skip to main content

Zeytin Ağacı…

Ben zeytin ağacıyım… Ana yurdum Anadolu’dur.

Yaşamak için, en uygun toprağı ve iklim koşullarını, Akdeniz kıyılarında buldum.

İncir ve çekirdeksiz üzüm kardeşlerimle birlikte, Ege Bölgenizin simgesini oluştururum.

Diğer tarım ürünlerinin yetişmediği, kıraç, eğimli, kurak ve yoksul topraklarda yetiştirilebilirim.

Bu nedenle, kıyılarınızı süslemek yanında, özel bir ekonomik değerim de vardır…

Aslında, biraz geç mahsule yatarım. Ancak, altı-on yaşlarım arasında ekonomik ürün vermeye başlarım ve olgunluk dönemine, seksen-yüz yaş arasında ulaşabilirim.

Bu özelliğimin nedeni, tembellik değil; çok uzun ömürlü oluşumdur. Eğer kesmez köklemezseniz, biraz da bakım gösterirseniz, bin yıl yaşayabilirim ben…

Dolayısıyla, pek çok insan neslini görebilirim ve bu özelliğim nedeniyle de, kişilerin ve hatta bir tek neslin malı sayılmam gerekir. Beni, ulusal bir servet saymalı ve yok edildiğimde boşluğumun kolay doldurulamayacağını bilmelisiniz…

Aslında, bana diğer ülkelerdeki kadar iyi baktığınızı söylemem. İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde, zeytinimi beni hırpalamadan toplamak için çeşitli teknikler geliştiriyorlar. Beni insan boyunda tutmayı bile başardılar ki, zeytinlerimi elle toplasınlar.

Siz ürünümü almak için beni hala sopalarla döversiniz. Bu nedenle, filizlerim zedelenir ve bir yıl iyi ürün verirsem ertesi yıl veremem. Yok yıllarındaki ürünüm, var yıllarına göre dörtte bir oranına kadar iner. Toprağımı çok seyrek sürer, hemen hemen hiç gübre vermezsiniz.

Dolayısıyla, ana yurdum Anadolu, ağaç varlığı açısından, dünyada ancak dördüncü sırayı alabilmektedir. Bu durumdan üreticimi sorumlu tutmuyorum…

Çok uluslu tekeller yağımı unutturdu. Halkınızı margarine alıştırdı. Yağımı tanıtmak, kullanımını özendirmek için; radyolarınızda, televizyonunuzda bir tek program bile yapılmıyor…

Yunan halkı kişi başına yılda yirmi bir kilogram zeytinyağı tüketirken, siz kişi başına, ancak iki kilogram tüketiyorsunuz.

Anadolu’da beni hiç tüketmeyenler var…

Oysa, sıvı vağ açığınız, yılda yüzelli bin tonu buluyor ve bu açığı kapatmak için siz, yurt dışından ayçiçek yağı getiriyorsunuz.

Bu koşullarda da, benim korunmam ve bakımım, üreticimin gücünü aşıyor… Ürünü para etmiyor çünkü…
Devlet korumasının, devlet desteğinin artması, ulusal parklarda korunmaya alınmam gerekirken devlet elini eteğini, büsbütün çekiyor…

Ben tüm olumsuzluklara karşın, varlığımı sürdürdüm, yine sürdürürüm.

Ama, şimdi de beni kesip kesip, kökleyip kökleyip, yerime çirkin villalarınızı dikmeye başladınız….

Kıyılarınızda sayım giderek azalıyor.

Üçkuyular’daki tepede, şimdi benim yerimde koskoca Oyak Sitesi yükseliyor. Balçova teleferikte de kıydınız bana.
Ben yaşamak istiyorum…

Siz de torunlarınızın, onların torunlarının yaşamasını istemelisiniz.

O zaman bırakın beni, bin yıl yaşayayım…

Cumhuriyet, 13 Ocak 1990;
Gazete Ege, 8 Eylül 1997

Originally posted 2015-11-02 10:53:59.

Su Baskını

Belki de hiç bir zaman, devamlı ve düzenli su alamamış evlerin sakinleri, bir sabah uyandıklarında kendilerini, yarı bellerine kadar suyun içinde bulurlar. Bir yıllık gereksinimlerinden fazlası, toptan gelmişti…

Bu paradoks olmasa, su baskını da olmazdı.

Bizim dairenin kapısı, 1349 Sokakta. Sokak, Cumhuriyet Bulvarı’na çıkıyor ve denize otuz metre kadar uzakta. Yine de İzmir’de en çok su baskınına uğrayan sokaklardan biri. Oysa ki yılda, 100 binden fazla insanın girip çıktığı bir kapı orada. Altı yıl önce göreve başladığımda, üstelik toprak bir yoldu. Sular çekilir, çamur kalırdı. Sağolsun Ahmet Sarışın, hemen asfaltlattı. En ufak sağanakta bile su baskını sürünce, bir kat daha sonra bir kat daha asfalt. Ama bizim işyerinin sokağı yükseldikçe, Cumhuriyet Bulvarı da yükseldiğinden, biz hep çukurda kaldık ve baskının önünü alamadık. Oysa görevlilerimiz, logarları devamlı temiz tutmaktadır. Logarlardan, yağmur suyu denize gideceğine, kabaran deniz bize gelmektedir. Yolumuzu daha fazla yükseltmek de artık mümkün değildir. Çünkü bu kez, bina girişi yolun altında kalacak, sular binaya dolacak. Son çare olarak, binayı kuşatan daracık kaldırımı yükselterek, tek kişilik bir geçit ürettik.

Birinci Kordon’un ve Cumhuriyet Bulvarı’nın eğimi, suları denize doğru değil, bize doğru göndermektedir. Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda ise, doğal ki onun Karataş’tan başlayan ve su tutmasın diye özel olarak yeniden yapılan bölümünde, su birikintisi bile olmamaktadır. Demek ki istenirse oluyor…

Aslında yağmur bizden, yok ettiğimiz, toprağın ve yeşilin intikamını alıyor. Çocuk olduğum çağlarda, İzmir’i çevreleyen tepeler, gecekondu ile değil, toprakla kaplıydı. Ormanlar değilse bile ağaçlar vardı. Yollar, asfalt değil parke kaplıydı. Ama “sevgi yollarına” döşenen şimdiki asfalttan farksız beton parke değil, gerçek taş parke: Onarım sırasında ya da yenisi yapılırken görürdüm. Önce zemine kum döşenirdi ve onun üzerine parke taşlarını, büyük bir özenle aralıklı olarak yerleştirirlerdi. Aralıklara da kum doldurulurdu ve yağmur suları elini kolunu sallayıp evlere doğru akıp gidemezdi…

Ara sokaklar, parkeleri ana yollardaki kadar özenli yapılmadığından, biraz çamur olurdu ama daha çok su emerdi. Üstelik hemen hepsinde, dut ağaçları, akasyalar vardı ve suyu çok severlerdi.

Şimdiyse, Kültür Park içinde bile toprak bulmak zorlaştı. Büyük bölümü beton ve asfalt kaplı.

Yağmur, intikam için yağmıyor elbette. Toprağı doyurmak, yeşilin susuzluğunu gidermek için yağıyor. Yaşamın sürmesi için yağıyor yani. Yoksa yağmasa mıydı?

Ne yapabilir ki zavallı yağmur? Toprağı ve yeşili bulamayınca, gecekonduların damlarından, gri-beton blokların üzerinden, yanlış eğimli asfalt yollara dolup, denize paralel bulvarlarımızı birer nehire çevirdikten sonra, evlerimize saldırıyor.

Gazete Ege, 9 Şubat 1998

Originally posted 2015-11-02 10:53:55.

Kapıdan Satışlar – 1

Benim çocukluğumda günlük alış veriş, kapıdan yapılırdı genellikle. Bu tür alış veriş, yok olmadı ama, epey azaldı günümüzde. Hem miktar, hem de çeşit olarak azaldı. Eskiden, bütün gün boyunca; eşekli, at arabalı satıcılar dolaşırdı, sokak aralarında… Yoğurt ya da tahin-pekmez satıcıları, omuzlarındaki askıyla taşırlardı, yüklerini. Boza satıcıları da öyle… Bardacıkların üzeri, incir yaprağı kaplı olurdu: “Haydi buz gibi bardacık, şeker lokum bardacık…” Balıkçılar, ellerinde hasır sepetle gezerdi, üstü ıslak çuval kaplı.

Şimdilerde de kamyonetli balık satıcıları, geçmiyor değil evimin önünden. Hem nadiren geçiyorlar hem de sardalyeden başka balık sattıkları yok. Benim çocukluğumdakiler; isparoz, lidaki ve de çipura satarlardı. Balıkları bizzat kendileri ve Körfez’den yakalamış olurlardı. Çipura bile alabilirdik ve aldıkmıydı tepside, etrafına domates, biber dizip, doğru mahallenin fırınına…

Artık, ne Körfez kaldı, ne balıkları.

Oysa çocuk halimle ben bile, her balığa çıkışımda, sekiz on isparoz yakalardım, Alsancak vapur iskelesi civarında.

Yoğurt, tahin-pekmez, plastik kaplarda satılıyor şimdi, boza satıcılarının, sesini bile duymaz olduk.

İyi mi oldu, kötü mü? İyi oldu ebette. Çünkü geliştik, kalkındık. Artık, değil süper, hipermarket zincirlerimiz var. Bir de Körfez’i öldürmeden, kalkınabilseydik. Benimki nostalji işte boşverin. Körfezler, nehirler mi önemli, yoksa onları kirleten fabrikalar mı?

“Fabrika demek, iş demek sanayileşmek demek”, peki göller – dereler ne işe yarar?

Fabrikalar kurulsun elbet, ama doğru yerlere kurulsun.

“Nereden başlayıp, nerelere geldin” demeyin. Bozacıyı özleyen biri, çocukluğunun Körfez’ini, elbette çıkaramaz aklından.

Gelelim kapıdan satışlara: Günümüz Türkiye’sinde artık, özel bir anlamı var, “kapıdan satış” deyiminin. Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasa’da özel bir yeri var ve de kavunkarpuz alışverişi, kapıdan satış sayılmıyor.

Kapıdan satışın ne anlama geldiğini anlamak için, Yasa’ya bakmak gerek. Şöyle diyor 8. maddesinde: “Kapıdan satışlar, işyeri, fuar, panayır gibi satış mekanları dışında, önceden mutabakat olmaksızın yapılan, değeri, iki milyon Türk Lirası’nı aşan tecrübe ve muayene koşullu satışlardır.” Aynı maddenin beşinci fıkrasında da şöyle bir hüküm var: “Satıcının, mal veya hizmeti, işyeri dışında satışa sunması, teamül, ticari örf veya adetten ise, bu madde uygulanmaz.

“Salça yapacağım” deyip, sokak satıcısından alacağınız domates, iki milyondan fazla bile tutsa ki tutabilecek gibi görünüyor; kapıdan satışlarda, tüketiciye sağlanan özel haklardan, yararlanamazsınız. Çünkü, teamül gereği…

İşte bu yüzden, çocukluk anılarımla başladım yazıma. Teamülü anlatmak için. Ama bu arada yerim bitti ve zorunlu olarak, devamı haftaya…

Gazete Ege, 30 Eylül 1996

Originally posted 2015-11-02 10:53:58.