Skip to main content

İkibine Bir Kaldı

Bir yılbaşı daha geçti, ikinci bininciye sadece bir tane kaldı.

İsa’dan bu yana, bizimkinden başka sadece bir tane nesil yaşadı bin yılın bitişini.

Son yüz-yüzelli yılı saymazsak, Milat sonrasının, insanlık için pek de yararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle Avrupa için bu dönem; aydınların, geçmişin mirası kitapların ve diğer şahaser yapıtların yakıldığı, ileriye değil, geriye doğru gidilen, karanlık bir çağ -engizisyon çağı olmuştur.

Bugün bile, piramitlerin yakınlarındaki köylerde, Kahire varoşlarında insanlar, üç bin yıl önceki atalarından, çok daha ilkel koşullarda yaşamaktadır. Bizim, antik kalıntılar üzerine kurulu köylerimiz için de aynı şey geçerli değil midir? Hatta, Antik İzmir’in şehircilik açısından, şimdikinden çok daha iyi olduğuna da benim kuşkum yoktur…

Bereket ki insan, son yüzelli yılda, bin sekizyüz elli yılın açığını kapattı. Geometrik diziyle artan teknolojik gelişme, üçüncü bin yıllık dönem içinde ise Ademoğlunu, evrenin dört bir yanına taşıyacaktır. Savaşların yerelleşmesi ve topyekün nükleer savaş tehlikesinin ortadan kalmış gibi görünmesi bu olasılığı iyice güçlendirmektedir.

Ne yazık ki ömrümüz çok kısa. Yaşadığımız sırada başlayan gelişmelerin sonuçlarını görmeye yetmiyor. İyi ki tarih bilimi var da geçmişi az çok bilebiliyoruz.

İnsan için çok uzun bir ömür sayılan yüz yıl; tarih içinde veya evren ölçeğinde ne kadar da kısa?

Geçenlerde, “İzafiyet teorisini” doğrulayan bir düş gördüm: “Uzaylı yaratıklar, her biri binlercesini içine alan, devasa gemilere binip, dünyamızı istilaya geldiler. Rüya işte, bir küçük kentin balçık çamurla kaplı ana yoluna inip saplandılar ve yayaların ayakları, otoların tekerlekleri altında ezilip telef oldular. Öylesine ufaktılar ki, telef edenler, onların farkına bile varmadılar…”

Ocak ayı içinde elliyedi yaşına gireceğim. İki bininci yılbaşını yaşama şansım oldukça yüksek yani. O gün, elli dokuz yaşına çok yaklaşmış olacağım ve korkarım ki İzmir Körfezi’ne bakıp hüzünlenecek hatta korkacağım; çünkü ben o gün; binlerce yıl boyunca, ta ki benim çocukluk günlerime kadar yaşamış olan denizi ve yeşili, yarım yüz yıl içinde nasıl öldürebildiğimizi düşüneceğim.

Evet, karanlık bitti ve biz artık, teknoloji çağında yaşıyoruz. Ama bedeli ağır oldu. Teknoloji, gelişmek için ve gelişirken denizi kirletti, yağmur ormanlarını verimli ovaları yok etti. Ozon tabakasını delmeyi bile başardı. Teknolojik gelişmenin esas itici gücünün, iki sıcak, bir soğuk, dünya savaşı olduğunu unutmamak gerek. Ve ne yazık ki teknoloji; uzayın fethi peşinde koşuyor da örseleyip -hasta ettiği güzelim mavi gezegeni kurtarmak için, pek de bir şey yapmıyor…

Gazete Ege, 5 Ocak 1998

Originally posted 2015-11-02 10:53:12.

Acımasızca Kesilen Su ve Elektrik

Adı Ayten. Kırkbeş yaşında. Bir bankada şef olarak çalışıyor. Hiç evlenmemiş ve yalnız yaşıyor. Fazla mesai nedeniyle ancak saat 20.00 gibi evde oluyor. Çok yorgun ve duş almayı düşlüyor. O da ne? Sular kesik. Genel kesinti olduğunu düşünüyor önce. Sonra, yan komşunun banyosundan şırıl şırıl su sesi gelmekte olduğunu duyup sayaca bakmayı akıl ediyor, sayaç sökülmüştür.

Adı Ahmet. Maliye memuru. Bir bira içip o da aynı saatlerde maç seyretmek umuduyla evine geliyor. Merdiven otomatı yanıyor ama karısı kapıyı elinde bir mumla açmıştır. TEDAŞ elektrik saatini mühürlemiş…

İkisi de bir uyarı almamışlardır. Ahmet beyin evinde insan olduğu halde saati mühürleyen görevli, kapıyı çalıp haber vermek gereğini bile duymamıştır.

İkisi de su ve elektrik faturalarını hep zamanında öderler. Yine de tüm faturalar ortaya dökülüp incelenir. Eksik falan yoktur. Çaresiz geceyi birisi susuz, diğeri karanlıkta geçirir.

Ertesi sabah önce işe, sonra güç bela izin alıp ilgili idareye giderler. Gitmeleri gereken adresi telefonla öğrenmişlerdir.

Veznede sorun hemen çözülür. Meğer, geçen yıldan kalma borçları varmış ve küçücük borç gecikme faizi nedeniyle çığ gibi büyümüştür. Oysa öyle bir fatura gelmemiştir. Gelmiş olsa, mutlaka öderlerdi. “Posta kutusunda kaybolmuştur” de-yip, çaresiz biri üç, diğeri dört milyon lira öderler. Açma-kapama parası da cabası. O ayın bütçesi delinmiştir…

Masal falan anlatmadım. Benzer olayları bu kentte, ben dahil, pek çok insan yaşadı ve korkarım ki yaşayayacak.

Bu yapılan, hem Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’da yer alan “hakim durumun kötüye kullanılması” hem de Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’da yer alan “ayıplı hizmet” tanımlarına tıpatıp uymaktadır.

Dolayısıyla, böyle bir uygulama ile karşılaşan yurttaşların, Rekabet Kurulu ile Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri ve Tüketici Mahkemelerine, başvurabileceklerini düşünüyorum.

Ayrıca olayın, Borçlar Kanunu’nun ruhuna da aykırı olduğu kanısındayım: Bilindiği gibi taksitli satışlarda, son taksidin ödenmiş olması, mahkemelerde, eski taksitlerin tümünün ödendiğinin kanıtı olarak kabul edilmektedir. Bu mantıkla, elektrik, gaz, su benzeri dağıtım hizmetlerini yürüten kuruluşların, son faturayı itirazsız tahsil etmekle, eski borçların tümünü ibraz etmiş sayılmaları gerekir. Kaldı ki yukarıdaki gibi durumlarda, bir-iki yıl önceki borç, gerekçe gösterilmektedir ve bu arada bir değil, birçok fatura tahsil edilmiştir.

Bir de işin insanlık ve demokrasi boyutu var elbette. Demokrasiyi, “elektrik ve benzerlerinin uyarısız, pat diye kesilmediği, bir siyasal sistem” olarak tanımlamak, hiç de komik olmaz.

Önceden ilan edilmeden ve hiç bir programa bağlanmadan yapılan, bilinçli genel kesintileri de aynı kapsamda düşünüyorum.

Tüketici hakları, insan haklarıdır ve demokrasilerde insan hakları, mutlaka korunur…

Gazete Ege, 10 Kasım 1997

Originally posted 2015-11-02 10:52:48.

Nif’e Yenilen Napolyon

Ben Kemalpaşa’ya ilk kez dokuz yaşındayken, bir kiraz bayramında gittim. Gazi İlkokulu’nda üçüncü sınıfı okurken, öğretmenimiz, emekliliğine az kalmış yaşlı bir adamdı. Sınıfta uyuklar, dersi çoğu kez sınıfın çalışkan öğrencilerine anlattırırdı.

Fırsatını buldukça da bizi geziye götürürdü. Sık sık Fuar’a giderdik. Agora’yı ve Bayraklı’daki eski İzmir kalıntılarını ilk kez, bu gezilerde gördüm.

Kemalpaşa’ya kiraz bayramı için yapılan gezi de işte bunlardan biriydi. Yemyeşil çayırların üstüne yayıldık. Koştuk, oynadık. Öğretmen bazılarımızı güreş tutmaya zorladı. Peynir, ekmek, kimimiz haşlanmış yumurta, soğuk köfte yedik. Ama kuşkusuz en çok da kiraz. Sepetler dolusu kiraz tükettik. Kulaklarımıza küpe gibi astık.

Yıllar sonra işsiz olduğumuz bir sırada, Celal ve Mehmet ile birlikte kiraz dış satımına karar verdik. 1978 yılında tanıştığım Eddy Warrington’la yazıştık. Eddy Warrington’m karısı İtalyan, iki damadı Türk’tür. Türkçeyi Türkten farksız konuşur.

Napolyon kirazın Londra’daki fiyatı, yaklaşık iki bin liraymış. Biz burada, bin liraya mal edebileceğimizi hesapladık. Yüzde yüz kar! İyi… Dışsatım Akm’m şirketi üzerinden yapılacak.

Üçümüz, elimizdekileri ortaya koyduk, küçük bir sermaye oluşturduk. Günde beş yüz kilo göndermeye yetecekti. Kuşkusuz paranın geri dönüşü hızlı olmalıydı ve aksamamalıydı.

“Böcek Yaşar” bize, Parsa’da bir dükkan buldu. Sekiz-on da işçi kadın. Kadınların bazıları, 1978-1979 yıllarında Tariş’te üzümde çalışmış.

Avrupalı meyvenin sebzenin en iyisini yemek ister. Her kirazı gönderemezsiniz. Herşeyden önce, ya Napolyon cinsi olacak ya da Salihli… Taze olacak, kurtsuz olacak, sapı kopmamış olacak, beş kiloluk karton kutuya konacak. İstiflerken sapları aşağı doğru yerleştirilecek ve uçakla gönderilecek.

Bizim çocuklarımız, ikiz kiraza bayılır. Londra’ya gidecek ise ikiz kiraz ıskartadır.

Havra sokağından satın aldığımız Napolyon veya Salihli bilesiniz ki çoğu kez, dış satım artığı, ıskarta kirazdır.

İlk beşyüz kiloluk parti için kolları sıvadık. Satın aldığımız kirazlar taze ve kurtsuzdu. Bunu, Teknik Ziraat Müdürlüğü görevlisi mühendis arkadaş da doğruladı.

Ambalajlamaya giriştik…

Kadınlarla birlikte ben, Celal, Mehmet, Böcek Yaşar ve hatta görevli mühendis de imece yöntemi ile çalışıyorduk. Çoğu kez Akın da katıldı.

Birinci parti, kazasız-belasız yerine ulaştı. İkinci de öyle.

Üçüncü parti kirazımızı, aktarma sırasında, Zürich havaalanında unutmuşlar. Dördüncü parti kısmet olmadı, battık…

Geçenlerde gazetede bir resim gördüm. Kemalpaşa’da kiraz bahçeleri, kurumaya yüz tutmuş. Nedeni, Nif Çayı’na akıtılan sanayi atıkları.

Korkarım yakında, kiraz bahçelerinin yerini hepten fabrikalar alacak.

Napolyon, bu kez de Nifin zehirli sularına yenik düşüyor…

Cumhuriyet, 24 Nisan 1990;
Gazete Ege, 13 Ekim 1997

Originally posted 2015-11-02 10:53:04.