Skip to main content

Bürokrasi Yaşlanıyor Gençler İse İşsiz

Şimdiki görevimde, beş buçuk yılı doldurdum. Başka kurumlardan naklen gelen birkaç ve emekli olan yine birkaç arkadaşım dışında kadromuz hemen hemen hiç değişmedi. Yani, Daire’mizin yaş ortalaması, beşbuçuk yıl daha yükseldi.

Öte yandan; iş talebiyle gelen ziyaretçimin olmadığı gün yok gibi. Eski alışkanlıktan olsa gerek. Çünkü şu an, işveren konumunda değilim.

İş arayanların çoğu, üniversiteyi yeni bitirmiş çocuklar. Bilgisayar kursuna da gitmişler ve az-çok yabancı dil biliyorlar. Özellikle İzmir’de iş aslanın ağzında…

Oysa bizim nesil; çelik çomak oynayıp, sopadan atlara binerek, elektriksiz evlerde büyüdü. Çocuklarımız öğretmese, televizyonun uzaktan kumandasını kullanmayı bile beceremeyeceğiz. Devletin daktilo kadroları, daktilo kullanmayı bile bilmeyenlerle dolu. Bilgisayar sadece daktilo olarak kullanılıyor.

Devlet memuru sayısının, durmadan nasıl arttığını ben anlayamıyorum.

Benim memur olduğum yıllarda, özellikle teftiş kurulları, biri haziran mezunları için temmuz veya ağustosta diğeri ikmale kalmış olanlar için kışa girerken, iki kez sınav açarlardı.

Promosyonlar, ay farkı ile birbirini izlerdi. Şimdi aralarında, bir kaç yıla varan farklar var. Bazı yıllar, hiç müfettiş alınmamış.

Bürokrasi yaşlanıyor yani. Böyle giderse dairelere, baston vestiyerleri gerekecek. Yaşlı ve yorgun memurlar çalışırken, ateş gibi gençler, işsiz dolaşıyor. Öfkeli ve kavgacı oluşlarına, şaşmamak gerek…

Eskiden, emeklilik hakkını kazanan memur, hemen kullanırdı bu hakkını. Emeklilik ikramiyesi, bir ev almasına yeterdi. Benim çocuk olduğum çağlarda, İzmir’de sakız biçimi müstakil bir ev almaya bile yetermiş. Emekli aylığı da insanca yaşamının garantisiymiş. Şimdilerde ikramiye sıfırda bir araba almaya bile yetmiyor. Ya üç aylıklar, kuyruklarda yorulmaya değer mi acaba?

Bu yüzden memur, emekli olmuyor. Ateş gibi çocuklar işsiz gezerken, bürokrasi yaşlanıyor, yenilenemiyor. Memur sayısı yine de nasıl artıyor anlayamıyorum…

Özel sektör, kolay kolay deneyimsiz adam almaz. Deneyimsizse eğer dil bilse, bilgisayar kullansa bile almaz. Gelişen teknoloji, kalifiye olmayana duyulan gereksinimi, giderek daha da azaltıyor zaten.

Devlet almazsa eğer işsiz çocuklarımız nasıl çalışacak?

Günümüzde teknoloji, geometrik diziyle artarak gelişiyor. Yenilenmeyen nesillerle izlemek çok zor. Devlet, teknolojiyi izleyecekse ki izlemek zorundadır, her yeni yetişen nesle, iş bulmalıdır.

Yorulmuş, yaşlanmış ama, halkına onurla hizmet etmiş memurlarına da emekliliklerinde, insanca yaşam olanağı sağlayarak gerçekleştirmelidir değişimi.

Mutlu emeklilerin boşalttığı yerlere, bilgili, becerili gençler…

Gazete Ege, 22 Aralık 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:16.

Alsancak Garı

İsmet Paşa’yı ilk kez Alsancak Garı’nda gördüm. Trenle geldi. Nereden gelmişti bilmiyorum ama, Alsancak Garı’na geldi.

Çelik miğferli asker kıtası, esas duruşta karşıladı. Ben onu, vagonun penceresinden el sallarken uzaktan görebildim. Dedem beni sırtına almıştı.

Askerler, polisler ve İsmet Paşa; görüntü görkemliydi ama, biraz da ürküntü verici…

O zamanlar o, Milli Şefti.

İsmet Paşa, yanlış anımsamıyorsam, Alsancak Garı’ndaki şimdi Devlet Demir Yolları Hastanesi olarak kullanılan binada kalmıştı. Onu tekrar görebilmek umuduyla Gar’m çevresinde dolaşıp durmuştuk.

Alsancak Garı, en kalabalık olduğu sırada bile, sanki tenhadır. Bir gariptir, sessiz ve hüzün vericidir.

Hiç bir zaman, birinci sınıf bir gar olamadı…

Birinci sınıf olabilmek için bir gar, trenleri ya İstanbul’a gönderebilmeli ya da Ankara’ya. Alsancak Garı’ndan ise, ne İstanbul’a tren kalkıyor ne de Ankaraya’ya…

Alsancak Garı çirkindir. Dışı güzel, ama içi çirkindir, soğuktur. Neşeli giren durgunlaşır. Havaalanı tren seferleri bile kurtaramıyor Alsancak Garı’nı. Ama ben seviyorum, o bana çocukluğumdan kaldı…

İsmet Paşa ya İzmir’e geldiği o yıl ya da bir yıl sonrası, seçimi kaybetti.

İyi anımsıyorum, garın karşısındaki parkta, temizlik işçileri zafer gösterisi yapmışlardı. Yağdırılan küfürler hâlâ aklımda; çok üzülmüştüm.

Atatürk, bıyıksız yaşadı Cumhuriyeti. Paşa ise, hep bıyıklıydı. Ama bıyık, laikliğini engellemedi hiç. Namazını gizlice kılarmış…

İkinci adamken başarılıydı; Ata’yı tamamladı.

İkinci adamı varken de başarılıydı. Tamamlarken de tamamlandığında da başarılıydı.

Şimdilerde de Alsancak Garı’na gittiğim oluyor. İs kokusunu koklamak, geçmişi anımsayıp hüzünlenmek, hoşuma gidiyor bazen.
Küçücük bir çay ocağı var. Yorgun işçiler, çaylarını yudumlarken televizyon izliyorlar.

Girip, ben de bir çay söylüyorum.

Aklıma Gar’m önündeki renk renk aslanağızları, hercai menekşeler geliyor. Bir de sıra sıra dizilmiş paytonlar…

Karşıdaki park, şimdikinden çok büyük ve yemyeşil. Çimenlerin üzerinde güreşiyoruz, yonca toplayıp yiyoruz. Park bekçisi, peşimizden kovalıyor.

Parkın önünde iki-üç siyah taksi…

Çayımı bitince kalkıp çıkıyorum.

Garın duvarındaki Phillips bisiklet reklamını anımsıyorum bu kez: “Bisiklet üstündeki zenci çocuk, kendisini kovalayan aslana, nanik yapıyor.”

Zenci çocuk sanki bana nanik yapıyor…

Cumhuriyet, 4 Haziran 1990;
Gazete Ege 16 Haziran 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:17.

Denize Küsen Şehir

Yaz-kış demeden fırsat buldukça, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nda yürüyüşe çıkarım. Yürüyüş bölgem genellikle, Levent Heykeli-Vali Konağı arasıdır. Tüm Bulvarda en yeşil bölge orasıdır. Heykel Faik bey durağı arasında parkın, Faikbey-Konak arasında ise bahçelerin yeşili fazladır. Ben bahçe yeşilini yeğlerim. Oralarda ağaçlar eskiden kalma ve kocaman. Parklardakiler ise yeni yetme…

Benim bölgemde Bulvar yazın her yaştan, her sınıftan insanla, tıklım tıklımdır. Akşam üstünden başlayıp çay bahçelerinde, boş masa bulamazsınız. Ben öğle saatlerini severim. Terlememek için sık sık ağaç gölgesinde oturup, sigara içerim. Ağustos böcekleri cır cır ötmektedir. Artık evimden duyamadığım bu müthiş senfoniyi keyifle dinler, Yamanlar Dağı’ndaki Smyrna siluetini ve Çatalkaya’yı seyrederim. Ve içimden çok sevdiğim denize bakmak gelmez.

Kış yürüyüşçüleri oldukça azdır elbette. Artık yürüyüşten başka spor yapabilecek gücü kalmamış olan yaşlılarla, sarmaşdolaş gezinen, oturan, unisex giyimli gençler, çoğunluktadır. Pek de gizlenme gereği duymadan, öpüşen çocuklara, kimse dönüp bakmadığına göre “Gavur İzmir” bizim oralarda yaşamayı sürdürüyor gibi…

Mustafa Kemal Bulvarı’nda yürüyüşler hep otoyolun kara tarafında yapılır. Deniz kıyısında yürüyen kışın hemen hiç yoktur. Yazın bile tek tük insan görebilirsiniz. Yürüyüşçülerin hemen hepsi tıpkı benim gibi denizi çok seyretmezler.

Evet İzmirli denize küstü.

Oysa benim çocukluğumda, İç Körfez’in neredeyse tümünde evlerin önünde hep şarpiler, sandallar demirli olurdu. Onlara kadar yüzer, üstlerine çıkıp biraz soluklandıktan sonra suya balıklama atlardık. Bostanlı’da Kabotaj Bayramı’nda yüzme, yelken ve yağlı direk yarışları yapılırdı. İstanbul vapurları Pasaport’taki iskeleye yanaşır, oradan kalkardı. Cumhuriyet Alanı Gümrük arası capcanlı tipik bir Akdeniz limanıydı…

Benim çocukluğumda İzmirli, denizle barışıktı.

Aslında küslüğü başlatan İzmirli değil, denizdir. Deniz artık içinde yüzerek serinlememize izin vermiyor. Suların, cam göbeği rengine dalıp dalıp düş kuramıyoruz. Deniz artık bizi, balıkla, midye ve kalamarla beslemiyor da.

Deniz haksız mı yani?

Son günlerde küçük bir değişim oldu. Kışa girdiğimiz halde, Güzelyalı’da deniz kıyısında dolaşanların sayısı epey arttı. Nedeni yeni yapılan vapur iskelesi ve üst geçit. Sanırım üst geçit ben dahil, epey insanın otoyol korkusunu, yaya geçidinde ezilmek korkusunu yendi. Ölmüş de olsa, denize akın, bir iskele ve bir üst geçitle artmaya başladı.

Demek ki kimileri, denize küstüğü için değil, denize ulaşamadığı için hep kara tarafında dolaşıyor.

Yalılara yapılan otoyollar insanın denizle bağlantısını koparıyor, demek ki…

Gazete Ege, 17 Kasım 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:16.