Skip to main content

Sosyalist Ekonomiler ve Hizmet Sektörü

Sosyalist ekonomik modelin, yakın zamanlara kadar, özellikle Sovyetler Birliği’nde çok önemli başarılar kazanmış olduğu yadsınamaz. Sosyalizm, geri kalmış bir tarım ülkesi olan Sovyetler Birliği’ni, gelişmiş bir sanayi toplumuna dönüştürmüştür.

Sosyalizm, açlığı ve dilenciliği ortadan kaldırmış, Orta Asya steplerinde bile görkemli kentler kurmuştur.

Nükleer teknolojide, uzay teknolojisinde Sovyetler Birliği, zaman zaman Batı teknolojilerini geride bırakmıştır.

Sosyalist ülkelerin, sanatta ve sporda ulaşmış oldukları üstün düzeyi de unutmamak gerekir.

Tıkanmanın nedenleri:

O halde, sosyalist ülkelerin yaşamakta oldukları, bence çöküş değil, ama tıkanmanın nedenleri nedir?

Sosyalist ideoloji, aşırı tüketime ve de özellikle lüks tüketime her zaman karşı çıkmıştır. Kalkınmanın ve eşitlikçi bir toplum yaratmanın zorunlu bir gereğiydi bu… Bu nedenle, toplumun tüketim gereksinimi, nicel (sayısal) olarak karşılanmış, ama nitelikte ve tüketimi çeşitlendirmede belirli bir düzeyin de altında kalınmıştır.

Seksenli yıllara kadar bu durumun önemli bir sorun yarattığı söylenemez. Ancak son on yılda kitle iletim araçları teknolojisindeki sınır tanımayan, duvar tanımayan olağanüstü gelişme her şeyi değiştirmiştir.

Artık bütün dünya halkları gibi sosyalist ülke halkları da televizyon ekranlarından öğrendikleri, Amerikan tipi tüketim toplumuna özenmektedir. Toplumun tüketim istemlerini, baskıcı yönetimlerle engelleme olanağı da artık kalmamıştır. Çünkü sosyalist ülke halkları, bireye de önem veren, özgürlükçü Batı Avrupa demokrasilerini de öğrenmişlerdir.

Buna karşılık sosyalist yönetimler, bırakınız üretimi çelişlendirmeyi ve niteliğini yükseltmeyi, tüketim gereksinimini nicel olarak karşılamayı bile başaramaz duruma düşmüşlerdir. Bu durum, son yıllarda zaten ağır aksak çalışmakta olan üretim düzeneğinin (mekanizmasının) felç olduğunu göstermektedir.

Çelişki:

Sosyalist üretim düzeneklerinin içine düştüğü bu durumun, kuşkusuz birçok nedeni vardır. Ancak ben bu yazımda bunlardan kendimce önemli gördüğüm bir tanesi üzerinde durmak istiyorum.

Teknolojik gelişme ile nüfus artışı arasındaki çelişki!

Dünya nüfusundaki hızlı artış, giderek artan sayıda insana iş olanağı yaratılmasını gerektirmektedir. Oysa teknolojik gelişme tarımda ve sanayide emek gereksinimini azaltıcı yöndedir. Bu çelişkiye bir çözüm bulunamadığı takdirde işsizliğin çığ gibi büyüyeceğine kuşku yoktur.

Çelişkinin çözümü teknolojik gelişmeden vazgeçmek olamaz.

İşsizliğe geçici bir çözüm için, belirli dönemlerde ve sınırlı sektörlerde emek-yoğun teknoloji kullanımı önerilebilir, ama ileri teknoloji kullanımından bütünüyle vazgeçilmesi söz konusu bile edilemez.

O halde ne yapmalı?

Kapitalist ekonomiler, bu çelişkiyi, bugün için hizmet sektörünü geliştirerek çözmüştür.

“Bugün için” diyorum; çünkü özellikle bilgisayar teknolojisindeki gelişme, hizmet sektöründeki emek kullanımını da tehdit etmektedir. Yine de bugün, hemen hemen tüm kapitalist ekonomilerde, en çok emek kullanan sektör, hizmet sektörüdür ve ulusal gelirin en büyük dilimi bu sektörde yaratılmaktadır.

Ülkemize şöyle bir bakalım:

Her apartmanın altında bir bakkal dükkanı yok mu? Her mahallede hemen her bankanın bir şubesi bulunmuyor mu?

Ya işhanlarımız! Kiminde yirmi-otuz avukat bürosu, kiminde bir o kadar muhasebeci…

Kahvehanelerimiz, pastanelerimiz, işportacı esnafımız.

Yeni yeni başlamış olmalı, ama yakın zamana değin bunların hiçbirini, sosyalist ekonomilerde göremezdiniz.

Çünkü sosyalist ideoloji, hizmet sektörünü, artı değer yaratmayan bir sektör olarak değerlendirmiş ve geliştirmek bir yana aşağılamıştır.

Ancak sosyalist ahlak anlayışı açısından doğru sayılabilecek bu tutum, sosyalist ekonomilerin bugün yaşamakta olduğu tıkanıklığın da temel nedenlerinden birini oluşturmuştur.

Bir ekonominin başarısı, çalışmak isteyen herkese iş bulabilmesiyle ölçülür. Bu kural, tüm ekonomiler gibi sosyalist ekonomiler için de geçerlidir. O halde, hizmet sektörünü geliştirmemiş sosyalist ekonomi artan nüfusuna nasıl iş bulmalıydı?

Bunun için iki şey yapılmıştır. Ya bazı sektörlerde ileri teknoloji yerine emek yoğun geri teknoloji kullanımı sürdürülmüş ya da işletmelere gereğinden çok fazla işçi alınmıştır.

Her iki seçeneğin sonucu da emeğin veriminin düşmesidir.

Böylece kendi iç çelişkileri nedeniyle yıkılacağı varsayılan kapitalist düzen yerine nüfus artışı ile teknolojik gelişme arasındaki çelişkiyi çözemeyen sosyalist yönetimler yıkılmıştır.

Bu görüşler, benim değer hükümlerini değil, saptamalarını ortaya koymaktadır. Hizmet sektörünü büyütmeyi, özellikle sağlıksız büyütmeyi bir çözüm olarak önermek düşüncesinde değilim.

Aslında teknolojik gelişme, emeğin verimini yükselterek insana giderek daha kısa sürede, giderek daha çok üretim yapabilme olanağı verir.

Bu nedenle de; nüfus artışı ile teknolojik gelişme arasındaki çelişkide, en hakça çözüm çalışma saatlerini de teknolojik gelişme oranında azaltarak, insana bedenini ve beynini daha iyi geliştirebilmesi için daha çok zaman sağlamasıdır.

Cumhuriyet, 17 Kasım 1991

Originally posted 2015-11-02 10:55:12.

Çocukluğumun Alsancak’ı

Alsancak’ta doğmuşum. Yürümeyi ve konuşmayı Alsancak’ta öğrendim. Yüzmeyi, balık tutmayı öğrendiğim yer de orasıdır.

1940’lı yıllarda, özellikle Fransız Hastanesi ve Kahramanlar yöresinde, İzmir’in kurtuluş gününden kalma pek çok yangın yeri vardı. Hazine bulacağımız umuduyla kazılar yapar, bazen gerçekten de kristal avize parçaları da bulurduk.

Buğday silosundaki büyük yangını ve bazı tütün depolarının yanışını seyrettim.

Bu yüzden olsa gerek, Alsancak bugün bile bende yangın çağrışımı yapıyor.

Benim çocukluğumda Alsancak sokakları, evlerin içi, hep tütün kokardı. Akşamüstleri, tütün depolarının arasında pazar kurulurdu. Başları yemenili, tütün kokan kızlar, kadınlar alış-veriş yapardı.

Sanırım mahallemizdeki radyo sayısı iki-üçten fazla değildi. Zeki Müren’in ilk radyo programını komşumuzun radyosundan dinlediğimizi anımsıyorum.

O günlerde, sobalı ev gördüğümü sanmıyorum. Hava kararmaya başladı mı, sokaklarda mangallar yakılmaya başlardı. Mangal kömürünün çıtırdayarak yanışı ve havada kıvılcımların, ateş böcekleri gibi uçuşması dün gibi gözümün önünde…

İşlemeli, antika konsolun üstündeki gaz lambası ışığında, Hazreti Ali Cenkleri’ni okur, mangalın külüne gömdüğüm patatesin pişmesini beklerdim.

Yaz gecelerinde, mahallemizin belalısı Çingene Ali’nin uydurduğu Cingöz Recai hikalerini dinler, ardından yalınayak koşturmaca veya saklambaç oynardık. Bütün sokaklar parke taşıyla kaplıydı ve yağmurda ortalığı sel götürmezdi.

Oynadığımız her oyunun bir mevsimi vardı. Hangi oyunun mevsimi ise ancak o oyun oynanırdı. Çelik-çomak mevsimi, bilye mevsimi, gazoz kapağı ve sigara kapağı mevsimi…

Şimdi İzmir’in sokaklarında çelik-çomak oynandığını, gazoz kapağı oynandığını hiç görmüyorum. Güzelim çocuk oyunları da tıpkı erik ağaçları, akasyalar gibi, İzmir’in sokaklarını terketti gitti.

Şimdi Körfez’in en ölü yeri Melez çayı ağzı…

Çocukluğumda Melez ağzındaki sazların arasında oynar, denizin dibindeki balıkları izlerdik.

Yüzmeyi, Alsancak limanı ile Melez çayı arasındaki sahilde öğrendim. Oraya bir de isim takmıştık: Küçük Deniz!..

Küçük Deniz’in suları masmavi, dibindeki kum pırıl pırıldı. Yunus balıkları bazen yakınımıza kadar sokulurdu.

Altay Lokali civarında balık avlardık. El kadar lidakiler, ondan biraz küçük isparozlar akın akın gelirdi…

Palmiye yapraklarını ip gibi yırtar, on-onbeş isparoz ve lidakiyi solungaçlarından bu ipe taktıktan sonra sallaya sallaya eve götürürdük.

Alsancak Karakolu karşısındaki tenis kortundan futbol arkadaşım “Balıkçı Osman’ın” babası bizi sandalına aldı mı, avımız hem daha iri, hem de bereketli olurdu…

Düşünüyorum da, bir insan ömründen daha kısa bir sürede, güzel İzmir’i nasıl bu hale getirdik, koca bir Körfez’i nasıl öldürdük, inanamıyorum.

Cumhuriyet, 9 Aralık 1989;
Gazete Ege, 5 Mayıs 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:14.

Kıyamet

Ben, şimdilik elli beş yaşındayım. Elli altı, bir kaç ay sonra… İnsanlığın yaş ortalaması, hızla artıyor. Bu hesapça elli beş yıl, kısa sayılabilir ve ben bu kısa yaşam sürem içinde, derelerin kuruduğunu, ormanların kaybolduğunu, güzelim körfezlerin yok olduğunu gördüm. Özellikle üzüldüklerim, İzmit Körfezi’dir, İzmir Körfezi’dir. İzmit Körfezi belki daha güzeldi ama ben, İzmir’dekini ondan bile çok severdim. Denize birkaç yüz metre uzaklıkta, orada doğmuşum çünkü…

Anadolu’da, şöyle bir dolaşın ana yolların dışında, artık ne çok akmayan çeşme var. Bozkırın ortasında, küçük dereler görmüşümdür. Kenarlarındaki salkım söğütlerin yaprakları suya değer. Bazen düşümde görürüm onları, acaba ne kadarı yaşıyor?

“Ağlama salkım söğüt ağlama”

İnsan, evrendeki bilinen tek akıllı canlı. Akıllı gibi olanları da var: Kedi, köpek, maymun gibi. Ama onlar sadece, akıllı gibi, akıllı değil. Olsalar, onlar da doğa kıyımına katılırlardı. Düşünüyorum da; akıllı olmak, doğayı yok etmek demek galiba. Çünkü, insandan başka, yaşadığı ortama zarar veren can-lı türü yok…

Aslında insan, kendi türünün gelişip çoğalması için de çok şey yapıyor. Hatta yok etme noktasına getirdiği canlı türlerini bile, seralarda hayvanat bahçelerinde, korumaya alıyor. Yiyip içebildiklerini ise, alabildiğine çoğaltıyor. Sığır sayısı, meyva bahçeleri, tarımsal üretim, büyüyüp duruyor. Ama bu işler için kullandığı teknoloji bile ilk önce kendi türünü öldürmek amacıyla geliştirilmiştir. Teknoloji ilkin savaş amacıyla geliştiriliyor, sonra tıpta kullanılıyor…

Bir garip insanoğlu, yağmur ormanlarını yok ederken, kentlerde, parklar-bahçeler kuruyor. Yanan orman bölgelerinde, ağaçlandırmaya büyük paralar harcayarak, yeşili çoğaltıyor. İnsan eliyle oluşturulan ormanlar, orman değil oysa, onlar birer koru. Dikkat ediniz, sonradan oluşturulmuş ormanlarda bir şeyler eksiktir. Şırıl şırıl akan pınarlar oluşmamaktadır örneğin. Toprak yüzeyinde, bitki örtüsü yok gibidir.

Sözün kısası insan, doğa için çok zararlı. Ama ben diyorum ki; insanın gücü, doğayı yok etmeye yetmez. Hiç kuşkunuz olmasın ki doğa, artık sabrı tükendiğinde, yok olmak yerine, insan türünü silecektir mavi bilyeden. Tıpkı, dinazorlar gibi.

Mavi gezegen sonra, ağır ağır ama mutlaka, belki bin, belki yüz bin yılda kendisini toplayacak, yemyeşil ormanlarına, tertemiz denizlerine, yeniden kavuşacaktır.

Yeniden insan oluşumuna da izin verir mi, onu bilemem…

Gazete Ege, 11 Kasım 1996

Originally posted 2015-11-02 10:55:11.