Skip to main content

Yön Duygusu

Yurt dışına ilk kez 1972 yılında çıktım.

O zamanlar, Alamancılık başlamış olsa bile, yurt dışına çıkabilmek herkesin harcı değildi. Pasaport, vize gibi sorunlar yanında bir de döviz kısıtlaması vardı.

Çok sevinmiş, çok heyecanlanmıştım. Sanki hudut çizgisini geçer geçmez, doğanın yapısı bile değişecekti. Uçak, tren, vapur ve sonra yine tren karışımı bir yolculuk yaptık, Maliye’nin geçici görevlisi bir memur olarak yeşil pasaportum vardı ama yine de İngilizler, giriş izni verene kadar anamızdan emdiğimiz sütü, burnumuzdan getirdiler Dover’de.

Güneybatı (SW) Londra’daki bir pansiyonda, tam bir yıl yaşadık. Bereket evimiz hemen Batersea Park yakınındaydı. O olmasa, üç yaşındaki yaramaz oğlumla nasıl başederdik bilmem. Soğuk demeden, yağmur demeden, vaktimizin çoğunu o parkta geçirirdik. Hele bir gül bahçesi vardı ki hiç unutamam: Çevresi, sarmaşık gülleri ile kaplı bir kameriye ile kapatılmıştı. Tam ortada, bir küçük havuz vardı. Havuzun ortasında da insan heykelinden bir fıskiye. Her zaman bakımlı ve taze gülleri anlatamam. Saatlerce oturduğum olurdu.

Dünyanın sayılı botanik bahçelerinden biri olan Kew Gardens ise, batıdaydı. Thames Nehri’nden motorla gitmenin keyfine doyum olmazdı.

İngiltere’deki Türkler ki çoğu Kıbrıs kökenlidir, genellikle kuzey Londra’da yaşar. O zamanlar sayıları 40 bin kadardı. Biz de, zeytin, zeytinyağı, pastırma ve özellikle de kurufasulye almak için sık sık kuzeye giderdik. İngiliz fasulyesi ile pişirilen kuru fasulye yemeği, bizimkinin yerini hiç tutmuyor.

Londra’ya varır varmaz, bir kent haritası, metro planı ve bir de pusula almıştım. Bu üçü ile yolunuzu şaşırmanız neredeyse olanaksızdır. Bizde, Londra’nınki gibi kent haritası hiç görmedim. Metrolarımız zaten yeni kuruluyor. Onlarınki ise sanırım yüzelli yaşına yakın. Londra’da metrodan hiç çıkmadan, kentin her yerine ulaşmak mümkündür. Pusulayı özellikle metro istasyonlarında, yer altında yani, yön bulmak için almıştım. Ama, kent haritasını doğru okuyabilmek için de gereklidir pusula. Çünkü İngiltere’de tüm adresler, “yön” esasına göre tanımlanmıştır. Batı, güney, kuzeydoğu Londra v.s.

Zenginler ve Yoksullar

“Batı Yakası’nın Hikayesi” filmini, İstanbul’da ilk izlediğimde, henüz öğrenciydim. Şimdi adını anımsayamadığım sinema, Türkiye’de ilk kez, özel bir stereo ses düzeniyle donatılmıştı. O güzelim filme de öyle bir düzenek yakışırdı zaten. İzleyenler bilir o filmi, New York’un batısında yaşayan, yoksul göçmenlerin hikayesini anlatmaktadır. Demek ki New York’un zenginleri, doğuda yaşamaktadır. Güzeller güzeli Nathalie Wood’un o korkunç ölüm biçimini hiç içime sindiremedim…

Demek ki; ABD’de de kent adresleri, “yön” esasına göre tanımlanmıştır.

Türkiye’de ise siz, adres tarif edenlerin hiç “yön”lerden söz ettiğini duydunuz mu? Kuzey İzmir gibi, İstanbul’un güneybatısında gibi…

Sokakta, ortalama bir vatandaşı çevirin ve yaşadığı kentin yönlerini sorun, Bakalım, bilebilecek mi?

Sahi bizde acaba neden, yön duygusu hiç gelişmemiştir?

Gazete Ege, 29 Aralık 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:04.

Müfettiş

Gogol’un müfettişi değil, sözünü etmek isteğim, Cumhuriyet’imizin müfettişleri elbette.

Aslında, müfettiş yerine “denetim görevlisi” demek daha doğru. Murakkıp, kontrolör, uzman, denetçi sıfatı taşıyıp, müfettişlerle benzer işi yapanlar da çoktur, devlet yapımızda.

Eniştem, teyzemin kocası, “Hesap Mütehassısı” idi ve beni işyerinin bulunduğu, İstanbul Karaköy’deki o kasvetli, fakat saygı uyandıran, ağırbaşlı Maliye binasına ilk götürdüğünde, altı yaşındayım. Lacivert çizgili elbiseli, bakımlı ve ölçülü bıyıklı, çoğu gözlüklü, asık suratlı adamlardan beni sevdikleri halde ürkmüştüm. Hesap mütehassısları sonradan, “Hesap Uzmanı” adını aldılar. Yıllar sonra ben de “Hazine ve Kambiyo Kontrolörü” oldum. Birinci tercihim olan “Maliye Müfettişliği” kardeşime kısmetmiş…

Şimdilerde, memur olmak da bayağı zorlaştı. Ancak, müfettiş olabilmek, her zaman çok zordur. Giriş sınavının “yazılı”sını kazanmanız gerekir öncelikle. Sonraki “sözlü”yü kazanmak için ise, salt bilgi yeterli olmamıştır. Gizli soruşturma yapılır, ahlaki özellikleriniz, aile yapınız (yoksul olması sorun değildir) araştırılır. Bilgi kadar “temsil” yeteneğiniz de önemlidir.

Ardından, büyüteç altında yaşanan üç yıllık bir “muavin”lik dönemi ve sonra “ehliyet” sınavı.

Muavinler ve kıdemsiz müfettişler eskiden, her yaz mutlaka, Anadolu’nun bir kentine, dört ay ama mutlaka dört ay süren bir “turne”ye giderdi. Kıdem arttıkça turne süresi azalır ama bir ayın altına da hiç düşmezdi. Emekliliği gelen bir müfettiş, neredeyse tüm yurdu gezmiş olurdu. Turne, adeta askerlik görevi gibi kutsal, bir görevdi ve kaytarmak isteyene iyi gözle bakılmazdı. Devletten ayrılıp özel sektöre geçmek isteyene bile iyi gözle bakılmazdı. Hele bir de o kuruluşta, yıllar önce bile olsa bir de denetim yapmışsanız…

Ben, hırsızlık yapmış, rüşvet almış bir müfettiş, hiç duymadım. Onlara çay-kahve ısmarlamak bile zordu.

Masa memurlarından avantajlı yanları da vardı elbette. “Yevmiye sayesinde müfettiş maaşı aynı kıdemdeki memur maaşının iki katını biraz geçerdi. Ancak yevmiye, devamlı geziyor olmanın bedeliydi. Daha önemli olanı ise, bir yıllık yurt-dışı geçici görev. Türkiye’de pek az şeyin üretilebildiği geçmiş dönemlerde, araba bile getirebilirdiniz, bir yıllık bu görev dönüşünde. Pek çok müfettiş, yurtdışından, arabadan da değerli bir şeyle, yabancı dil bilgisiyle dönmüştür. Devletin esas amacı da buydu zaten…

Devlet geleneği açısından dünya sıralamasında, en başlarda yer alırız, kuşkusuz. Bu özelliğimizin oluşmasında; teftişin ve müfettişin payı çok büyüktür.

Ancak, benim kanımca, teftiş kurullarının esas işlevi; devlete, onurlu dürüstlüğü asla tartışılamaz, bilgili ve görgülü, yönetici kadrolar yetiştiren, birer okul olmalarıydı.

Bu okullara şimdilerde, belki eskisinden de çok gereksinim var. Devleti; “devlet adamı olsun” diye yetiştirilenlere emanet etmekten korkmayalım…

Gazete Ege, 29 Eylül 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:02.

Yeşili ve Maviyi Öldürmek

Demokrasiyi güçlendirmek için, yerel yönetimleri de güçlendirmek gerek.

Belediye başkanlarının yetkileri, kimi konularda, gerçekten yetersiz. Oysa ki yeşili ve maviyi öldürme konusunda yetki sanki sınırsızmış gibi görünüyor. Yoksa kıyılarımız böylesine yağmalanır, büyük kentlerimiz, birer beton yığınına dönüşür müydü?..

Çocuk olduğum çağlarda, çocuk olacağıma, belediye başkanı olsaymışım; İzmir Körfezi, Çin Seddi ile çevrili olmazdı. İmbat rüzgarı, sokak aralarında dolaşıp çocuk saçlarını okşamayı sürdürürdü. Karşıyaka yalısı doldurulmamış olduğu için, fırtınalı havalarda dalgalar, evlerin kapılarına kadar ulaşırdı ama, güzelim parke yollar, asfalt kaplanmadığı için, en küçük yağmurda bile, ortalığı sel almazdı…

Ben başkan olsaydım eskiden, deniz kıyısına fabrika kurulmaz, fabrikalar atıklarını, Körfez’e ulaşan çaylara derelere boşaltamaz ve “İzmir’in denizi kız, kızı deniz kokar”dı.

Çocukluğumun tüm ara sokaklarında bile, çokça bulunan, dut ağaçlarından, akasyalardan, bir teki bile kesilebilemezdi. Benim çocuğum da ağaca tırmanıp, dalından eliyle kopardığı eriğin tadını tatmış olurdu.

Karşıyaka yalısındaki atlı tramvay, Üçkuyular-Konak arasındaki tramvay, yolcu taşımayı sürdürür, insanlar, otobüsten çok, vapura ve trene binerdi. Ben çocukken Karşıyaka -Alsancak arasında, hiç otobüse binmemiştim, hep vapurla gider-gelirdik.

Benim çocukluğumda, Küçük Yamanlar yanındaki bütün tepeler bomboştu. Turan sırtlarına kil toplamaya gider, kil ocaklarımız için, başka mahalle çocukları ile taş savaşlarına tutuşurduk. Karşıkaya’nın çapkın delikanlıları, sevgililerini hiç çekinmeden, Küçük Yamanlar korusuna götürürlerdi.

Çocuk olacağıma, başkan olsaydım ve benden sonra başka çocuklar da başkan olsaydı, belki de Karşıyaka’nın arkasındaki bütün dağlar-tepeler, Kadifekale ve Susuzdede civarı, hep ormanlarla korularla kaplı olurdu…

Benim çocukluğumda, incir-üzüm, pamuk-tütün tüccarı ya da banka kambiyo müdürü, çoğu Rum, Yahudi ve Levanten varlıklı kimseler, öğle yemeği için Bayraklı vapuru ile Bayraklı iskelesi civarındaki yazlıklarına giderdi, sıcak yaz günlerinde. Bütün Körfez boyunca denize girilir, çipura dahil, her cins balık tutulabilirdi.

İzmir Fuarı, çoktan Çakalburnu-İnciraltı arasına taşınmış, Kültür park içindeki yapıların tamamına yakını yıkılarak gerçek bir parka dönüştürülmüş olurdu. Metropol alan içinde Kültür Park’tan küçük olmayan en az iki park daha yapılırdı…

Koruyabilseydik Körfez’i eğer, koruyabilseydik İnciraltı plajlarını; Çeşme’nin serin sularına, otoyol döşememiz gerekmeyecek ve öncelik İzmir-Ankara veya İstanbul yollarına verilecekti. Elli yıl önce yapılmış olması gereken Sabuncubeli düzenlemesini henüz şimdi gerçekleştirenlere teşekkürler sunuyorum.

Benim çocukluğumda, çevre bilinci yoktu. “Deniz pislik tutmaz” sanılırdı. Bu yüzden eski başkanları, bir ölçüde mazur görmek mümkündür. Görelim görmesine de onların yanlışlarını emsal gösterip, yeni yanlışlar yapmayalım artık. Çin Seddini örnek gösterip yeni Çin sedleri yapmak peşine koşmayalım. “Batıldan emsal olmaz” kötü örnek örnek değildir yani…

Yaşam, denizlerde başladı. Deniz de toprak kadar değerlidir. Doldurulan denizi, geri kazanmak mümkün değil. Ne yapalım biz de başka çözümler buluruz.

Belki de; Alsancak otoyolunu trafiğe kapatıveririz turizm sezonunda…

Originally posted 2015-11-02 10:55:01.