Skip to main content

Mal Beyanım

Memuriyette otuzbeş, Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü görevinde ise beş yılım doldu. Ve ben artık, bu süre içinde, maaşımı ödemiş olan yoksul halkıma da mal beyanında bulunmam gerektiğini düşünüyorum:

Bizim, sadece bir evimiz var. Eşimin adına kayıtlı, kalorifersiz-klimasız, üç oda bir salon, giriş katı bir daire. Sahi bir de kayınpederimin eşime çıplak mülkiyetini devrettiği, iki oda, bir salon, büyük onarım gerektiren boş bir daire var. Şimdilik geliri yok ama vergilerini ödüyoruz.

Bizim otomobilimiz yoktur. Yazlık evimiz ve mevduat hesabımız veya repoda paramız da yoktur. Pardesü, İzmir’de yetiyor ama kışın Ankara’ya gidersem, ne yaparım bilmem. Yıllardır, bir lokantada yemek yemedik (protokol yemekleri hariç) yazlık kamplara da gidemedik.

Çünkü; memur maaşı ile, ancak böyle yaşanabiliyor.

Şimdiki evimi, Ankara’dakini satarak aldık. Ankara’dakini de Maliye’ye ve Emlak Kredi Bankası’na borçluyuz. 1972 yılında, Maliye Bakanlığı beni, bir yıllığına, geçici görevle Londra’ya göndermişti. Dönüşte, bir otomobil getirebildim. Portakal rengi, 1303 model bir Volkswagen araba. O modeli ilk ben getirmişim galiba. Satınca evin yarısını karşıladı. Diğer yarısıda bankadan. Yıllarca taksit ödemiştim. Bir memur başka türlü nasıl ev edinebilir ki?

Oysa ki ben, masa görevi yapan yaşıtlarıma göre, iki mislinden fazla maaş alarak başlamıştım memuriyete. Hazine ve Kambiyo Kontrolörleri de diğer denetim görevlileri gibi epey yüksek maaş alırdı.

Gerçi, aileme yardım etmek zorundaydım ama bu sadece benim değil, pek çok arkadaşımın da sorunuydu.

Sonraki yıllarda da zaman zaman işsiz kalmış olsam da hep yüksek maaşlı sayılabilecek üst görevlerde bulundum:

Maliye’de, Yabancı Sermaye Şube Müdürlüğü ve Bakanlık Kambiyo Müdürlüğü yaptıktan sonra, Karadeniz Bakır İşletmeleri Genel Müdür Yardımcısı oldum. Sonra Ankara Belediyesi Özlük İşleri Müdürü, Merkez Bankası Ekonomik Araştırma Uzmanı ve nihayet Tariş Genel Müdürü.

Bütün bu süre içinde hiç araba alamadım da, Tariş’ten sonra, zorunlu olarak göbek mantarı, badem ticareti yaptığımda, önce eski model bir Anadol, sonra onu satıp 1977 model bir Murat arabam oldu. Murat, 7 yıl önce satılıp, oğluma bilgisayar alındı… Çok da iyi yapıldı. Oğlum, bilgisayar konusunda aşama yaparken, ben de ikide bir yolda kalmaktan, trafik muayenelerinden ve vergiden kurtuldum.

Anadol’um da çok matraktı: Her şiddetli yağmurda iki kapısına da su dolar açıp-kapadıkça, lakur lukur su sesi gelirdi…

Memurların, çok büyük bölümü benim gibi. Bir çoğu, karı-koca çalışıyor. Kreş çok para yese de kadının parasının, bütçeye katkısı oluyor. Kimi memur, mesai dışında, simit satıyor, taksicilik veya pazarcılık yapıyor. Bunlar da suç. Görmezden gelinmesi gereken, çünkü çaresizlikten kaynaklanan suçlar…

Devlet memurlarının çoğu dürüst olmasaydı, Devlet’imizin, en yoğun siyasal bunalımlarda bile, ayakta kalabilmesini nasıl açıklardık…

Halkımızın çoğu yoksul, memur sayısı, gerekenin çok üstünde. Dışarıda, bu maaşların çok azına bile çalışmaya hazır bir işsizler ordusu var. Bütçe delikleri yama tutmuyor. O zaman da maaşlar, insanca yaşamaya yetmiyor.

Zaten amaç, insanca yaşamaya yetecek kadar maaş. Maaşın en yükseği ile bile köşe dönülebilemez.

“Ben döndüm” diyenler, külahıma anlatsın…

Gazete Ege, 1 Eylül 1997

Originally posted 2015-11-02 10:54:55.

Şubatta İzmir’e Bahar Gelebilir

İzmir’in ilkbaharı, kimi zaman yok dedirtecek kadar kısadır…

Baharlık giysiler, daha çok güzün işe yarar. İlkbahar aylarının yarısı kış, yarısı yaz olduğundan, kazaktan pardesüden, kısa kollu gömleğe geçiverirsiniz, beş-on gün içinde.

Aslında, İzmir’in de ilkbaharı vardır. Çoğu yıl, Şubat ayı içine gizlenir de ondan ötürü yok sanırsınız. Bu Şubat’ta da ansızın, İzmirim’e bahar gelebilir, sakın şaşırmayın…

Üniversite yıllarında, yarıyıl tatili için, mototrenle İzmir’e gelirken, Ankara’nın karından, soğuğundan ve dumanlı havasından uzaklaştıkça, bahara yaklaşmakta olduğumuzu hissederdik. Ve ilkbahar bizi daha İzmir’e gelmeden, Ege hudutlarından girer girmez, yemyeşil çayırlarla karşılardı. Güneş ışıkları, trenin penceresinden geçip, içimizi ısıtırdı. İzmir’e yaklaştıkça, erikler çiçek açmış olurdu. Çok özlediğimiz mavi denizi ancak Turan girişinde görebilirdik ve Körfez’in yeni yeni başlamış olan kötü kokularını bastıran iyot ve yosun kokusunu, doya doya içimize çekerdik.

Yunuslar, henüz bizi terkedip gitmemişlerdi ve vapurlara, mutlaka eşlik ederlerdi.

Artık yunuslar olmasa da biliyorum bu Şubat’ta ilkbahar ansızın gelecek. Önce adını bir türlü öğrenemediğim ama İzmir bahçelerinde çokça bulunan, kırmızı çiçekler açacak. Onlar açtı mıydı, enayi erikler de Mart’ta gelebilecek donu düşünmeden, hemen çiçeğe yatacaklar. Peşinden şeftali ve kayısı ağaçları. Beyazlı, pembeli ve kırmızılı bir renk cümbüşü başlayacak.

Bahar çiçeklerinin konseri kısa sürer. Don olmasa bile, kimi dökülür, kimi yeşil yaprakların arasında,kaybolur gider. Bu yüzden; yağmur-çamur bile olsa aldırmayıp, sokaklara, parklara, bahçelere çıkmak gerek.

Ben muhtemelen, Kültür Park’a giderim. Orayı ben, yaz aylarında değil, baharlarda ve tenhayken severim. Hele bir de yağmur sonrasıysa ve güneş de açmışsa. O zaman çimenler, daha bir yeşildir. Ortalık mis gibi toprak kokmaktadır. Yapraklardan, dalların ucundan düşmeye hazırlanan su damlacıkları, gün ışığında parıldamaktadır…

Kültür Park; yeşili azalıp, çirkin yapıları çoğalmış bile olsa, İzmir’in akciğeri. Kent içinde daha büyük yeşil alan yok. Oraya her gidişimde yangın yerini yeşile çeviren, büyük belediye başkanı Dr. Behçet Uz’u saygıyla anarım. Şubat’ta İzmir’e bahar gelebilir. Gelir gelmesine de özellikle siz erikler, sakın enayilik etmeyin. Sonraki ay Mart’tır. İzmir’in Mart’ı “Kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.”

İzmir’in ilkbaharı vardır, evet. Vardır da biz onu, Ocak ayı ile Mart ayı arasına saklandığı için yok zannederiz…

Gazete Ege, 16 Şubat 1998

Originally posted 2015-11-02 10:54:52.

Tüpler Patlamasın

Günümüz Türkiye’sinde egemen ideoloji, özelleştirme. Karşıt görüşlerin esamesi okunmuyor. Kapitalizmin ulaştığı düzeyin doğal bir sonucu bu. Artık özel sektör, KİT desteği olmaksızın da ayakta durabileceğine inanıyor ve de ülkeyi yönetmeye talip oluyor.

Bana memuriyeti “kara maliyeciler” öğretti. Devletin bir kuruşunun bile üzerine titrerlerdi. Yine de ben, özelleştirmeye, karşı çıkmıyorum, akıntıya karşı kürek çekilmez.

Eğer devlet, küçülerek etkinleşecekse, eğer serbest piyasa ekonomisi, eğer gerçekten liberal ekonomi ve tam demokrasi gelecekse, özelleştirmeye karşı çıkmak niye?

Peki ya gelmezse?

Acaba bu yaz, Çeşme yolunda hileli benzinden ötürü bozulmayan kaç araç vardır.

LPG (likit petrol gazı) fiyatı 155 bin lira oldu. Gazetelerde, gün geçmiyor ki tüpgaz patlaması, tüp gaz zehirlenmesi haberi okumayalım. Eğer kaçak doldurulmuşsa tüp parasını ödediğin şey, tüp değil belki de ölümdür.

Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında, üç önemli beyaz vardır. Un, şeker, tuz. bir de gazyağı. Üzerinde deniz kabuğu amblemi bulunan gaz tenekeleri, öylesine yaygın kullanılırdı ki, o dönemi “teneke uygarlığı” diye adlandıranlar bile çıktı. Gazyağı çabuk parlamaz. Bu yüzden lamba ve sobalarda güvenle kullanılır. Benim çocukluğumda da alsancak’ta bile çokça kullanılırdı. Elektrik pek yoktu. Annenannemde kaldığımda, gaz lambası ışığında ders çalışırdım. Gaz sobası yoktu. Mangalla ısınırdık. Şimdilerde Egemenliği tüpgaz sobalarına kaptırsa da çokça kullanılırdı gaz sobaları.

Eğer gaz sobası kullanıyorsanız aman dikkat ediniz aldığınız gazyağma. Eğer birileri, solvent karıştırmışsa, artık sobanız bir bombadır. Her an patlamaya hazırdır. Solvent, boya ve kimya sanayinde çok kullanılan bir kısım petrol ürünlerinin genel adıdır. Ucuz üründür. Ama gaz yağının aksine çok çabuk parlayıcıdır. Ne yazık ki, sonucunu bile bile benzine de gazyağma karıştıranlar var. Epeyce yakaladık da…

Bereket ki Diyarbakır’da müteahhitin binası beşinci katı çıkarken çöküyor. Ya içinde insan olsaydı…

Sık sık yangın çıkaran elektrik kabloları, mürekkebi dağıtan okul defterleri. Siz hiç asansörde kaldınız mı? Aldığınız ekmek gerçekten 300 gram mıdır?

Bugünlerde apartman fuel-oil alacaksanız. Dikkat edin. İzmir sokakları pompasını size biraz yakıt biraz da hava satmaya ayarlamış tankerlerle doludur. Biz bunlarla boğuşuyoruz elbette. Savcılıklara verdiğimizin sayısını hatırlayamam. Kaçak tüp dolumunu İzmir’de engelledik. Ama Manisa’dan Antalya’dan diğer illerden geliyor.

Özelleştirme serbest piyasa ekonomisini, liberalizmi getirecekse tek başına hoş geldi, başımızın üzerinde yeri var.

Peki ya tüketicinin korunması, rekabetin korunması, tekellerin, kartellerin kırılması?..

Tüketicinin korunması ile rekabetin korunması, bence eş anlamlı. Tüketicinin çıkarı için, standartma uygun üretim yapanın kuşkusuz maliyeti daha yüksektir. Eğer, korumazsanız, üç kağıtçının düşük maliyetine yenilir. Kötü mal, iyi malı kovar piyasadan ve sonunda kaybeden tüketici olur.

Bir de işin çevre boyutu var. Kazlıçeşme dericilerinin bir bölümü şimdi Tuzla’da. Çevreyi kirletmiyorlar ama arıtmadan ötürü ek maliyetleri var. Bir kısmı Sakarya kıyılarında. Ek maliyet sıfır. Peki ya Sakarya’nın maliyeti.

Ah ey güzelim İzmir Körfezi, İzmit Körfezi kıyısındaki güzelim kiraz bahçeleri, çilek tarlaları. Bursa ovasının şeftali bahçeleri, ne de çok özledim sizleri…

Eğer tüketici hakları korunmazsa, eğer rekabet korunmazsa, özelleştirmeyle gelecek olan -korkarım ki- liberalizm olmaz. Olsa olsa “vahşi kapitalizm” olur.

Özelleştirme olsun olmasına da.

Gaz sobaları parlamasın, tüpler de patlamasın…

Hürriyet 7 Aralık 1994

Originally posted 2015-11-02 10:54:54.