Skip to main content

…Ve Sonra Margarin Geldi

Benim çocukluğumda İzmirliler margarin nedir bilmezdi… Ya tereyağı vardı, ya da sade yağ, en çok da zeytinyağı. Egeliler zeytinyağını bir başka sever. Etli yemekleri bile zeytinyağlı pişirirler.

Sade yağ, ya Trabzon yağı olurdu ya da Urfa. Pilava Trabzon yağı yakışırdı, baklavaya, tatlıya Urfa yağı. Bornova caddesinin girişindeki aşçı, vitrinini, Trabzon yağı ile pişirilmiş bir lenger dolusu pilavla süslerdi. Yıllar sonra Trabzon’a görevli gittiğimde, sade yağlı Kalkan pilavını yiyebilmek için günlerce uğraşmıştım. Günlerce uğraşmıştım çünkü, ben öğle yemeğini saat onikiden sonra yerdim. Kalkan pilavı ise en geç onbirde biter ve yenisi pişirilmeden dükkan kapatılırdı…

Şimdilerde çocuklar için pek çok abur-cubur var; fıstık ezmesi, fındık ezmesi, renk renk şekerler, çikolatalar ve kolalar… Eskiden biz de yemek saatleri dışında acıkır, abur-cubur islerdik. O zamanlarda da, at arabalarına yüklenmiş çuvallardan aşırdığımız meyan kökü vardı, meyan balı, anason şekeri vardı… Ama ben acıktığımda en çok zeytinyağı yemeği severdim. Bir tabağa zeytinyağı doldurur, üstüne tuz ve kırmızı biber ektikten sonra, sıcacık ekmeği banıp banıp yerdim… Arkadaşlarım arasında, tuzlu ve toz kırmızı biberli zeytinyağı yemeği sevmeyen yoktu.

Sonradan margarin geldi. Önce onyedi kilogramlık büyük tenekelerde geldi, ardından iki kilogramlık yuvarlak tenekelerde. Büyük reklam kampanyaları ile geldi. Üstelik bizim yağlarımızdan ucuzdu. Ardından hem hayvancılığımız gerilemeye başladı, hem de zeytinciliğimiz… Giderek, Trabzon yağı ve Urfa yağı ortadan kayboldu. Devlet de desteğini çekince, zeytinyağını da neredeyse Egeliler bile unutur oldu. Zeytinyağını yurt dışına satıyor, yurt dışından margarin üretimi için onbinlerce ton ayçiçek yağı veya soya yağı getiriyoruz…

Televizyonumuzda hergün margarincilerin savaşını izliyoruz. güzelim zeytinyağlınız ise hiç yok… Oysa antik çağlarda Ege kıyılarına yanaşan gemilere, oluklar içinde akıtılarak zeytinyağı yüklenirmiş…

Tariş zeytinyağı delegesi Nihat Fidan’la rakı içmeye gidiyorum. Masaya önce salata, fava ve radika geliyor. Nihat her zamanki gibi bunların zeytinyağını az buluyor. Yarım bardak zeytinyağı getirtiyor. Önce kokusunu, tadını denetliyor. Elbette sızma değil, ama yine de güzel… O zaman; salataya, favaya ve radikaya bolca döküyor, rakımızı yudumlarken, arada bir ekmeğimizi banıyoruz…

Cumhuriyet, 20 Şubat 1990

Originally posted 2015-11-02 10:54:21.

Yaya Geçitleri

İzmir’de yayalar için, en tehlikeli yerler yaya geçitleridir. Yaya geçidi dışında, ezilmemek için önlem alırsınız da geçitte, yeşil ışığa güvenirsiniz. İşte o zaman vay halinize. Ben bu güven duygusunun cezasını, hem de bir-kaç kez, canımla ödemekten zor kurtuldum. Lütfen, trafiğin yoğun olduğu gün ve saatlerde, Göztepe girişindeki trafik lambalarını biraz seyredin. Kırmızı ışıkta durduğu için kaç aracın, arkadan şiddetli darbe almak suretiyle cezalandırıldığını, gözlerinizle görmek için fazla beklemeyeceksiniz.

Bütün uygar ülkelerde sarı ışık “lütfen yavaşlayın, kırmızı ışık geliyor” anlamında algılanır. Biz de ise, “kırmızı ışık geliyor, gazı kökleyin” demektir. Büyük çoğunluk zaten sarıdan kırmızıya geçerken değil, resmen kırmızı yanarken, fütursuzca basar geçer. Bunların çoğu, özellikle de kamyon kullananları, tam lombrozzo tipleri. Ama kimilerinin altında, son model Mercedes var. Kır saçlı, efendi yüzlü. Belli ki; okumuş yazmış adam. Siyasi durumumuzu değerlendirirken, ikide-bir “Biz adam olmayız kardeşim!” demiş gibi bir hali var. Haydi ordan maganda sen de.

Çinli’nin birini, trenin yararına inandırmak için vakti zamanında; “Bir haftada gittiğin yere, trenle bir günde gideceksin” demişler. İşte yanıt: “Peki ben geri kalan altı günde, ne yapacağım?” Acaba bizim kırmızı ışık magandası, kazandığı beş dakikada ne yapıyor. Dostoyevski okuyor, herhalde.

Muğla’da yaşadığım günlerde, Muğla-Akyaka arasında sıkça araba kullandım. Çılgınca kullandığımda kazanabildiğim süre, en çok on dakika olmuştu.

Bu kadar çok magandanın araç kullandığı ortamda bence yaya geçitleri, alt veyü üst geçit biçiminde olmalı. Gerçi, üst geçitin hemen yanı başında, üstelik orta refüjdeki yüksek demir parmaklıklardan atlayarak karşıya geçmeyi yeğleyen pek çok hemşerimiz var ama, biz yine de kullanmak isteyenler için yapalım. Alt geçitlerin, tehlikeli birer serseri yatağı olacağı da düşünülebilir ve önlem alınmazsa bu görüş doğrudur da. Konak vapur iskelesi önündeki öyle oldu mu?

Yanlış yerlere yapılan, çirkin üst geçitlerin, kentimizi çirkinleştirme olasılığı da vardır. Biz de doğru yerlere, güzellerini yapalım. Cami Sokağı diye bilinen, Güzelyalı’nın 56. sokağı üzerinde ana okulu, ilkokul ve lise var. Üstelik bu sokak, İnönü Caddesi ile Mithatpaşa Caddesi arasındaki en önemli bağlantı yolu. Hergün binlerce çocuk bu sokağa girip çıkabilmek için İnönü Caddesini geçiyor. Geçtikleri nokta, Hıfzısıhha kavşağı. Yani, Amerikan Koleji önünden gelen yokuşun devamı. Freni patlayan bir araç, o da orta refüjdeki demir parmaklıklara yaslana yaslana ancak yüz metre ötede durabilir. Nitekim, bir belediye otobüsü, ölümlü bir kaza yapmıştı…

56 Sokağın ağzına, okullar açılmadan bir üst geçit gerek.

Güzelyalı üst geçidi hem güzel oluyor hem de büyük yarar sağlayacak. Kopmuş olan halk, deniz bağlantısı yeniden sağlanacak. Arabalı vapur yolcu sayısında bile patlama olur sanıyorum.

Vapur iskelesi de bir an önce yapılsa da çayımı yudumlaya yudumlaya, Karşıyaka’ya gidip dönsem, sırf keyif için…

Gazete Ege, 25 Ağustos 1997

Originally posted 2015-11-02 10:54:12.

Defne

Adını ben koydum: Defne… Ateş gözlü, güleç yüzlü, güzel yeğenim benim. Ilıca’nın deniz kızı o…

Henüz on yaşında ama şiir bile yazıyor:
“Günaydın demeden başladı gün,
Bir de bakmışsın, bayram gelmiş.”

Bin dokuz yüz seksenlerin bir yarısında, geçimimi, ticaretten kazanmak zorunda bırakılmıştım. Malum mesele: 1402. Mehmet Özavcı ile birlikte Muğla’da kurduğumuz şirketin ünvanı da Defne.

Yani ben defneyi çok seviyorum. Tıpkı; zeytini, inciri ve üzümü sevdiğim gibi. Çünkü onlar, Ege’nin, Akdeniz’in simgesi ve ben, Ege’yi çok seviyorum. Bir Akdenizliyim ben. Efes ve Bergama uygarlıkları bizim. Güzel Helen’i biz kaçırdık Atina’dan, Truva bizim. Benim çocukluğumda, İzmir’den Aydın’a kadar her yer incir bahçeleri ile kaplıydı. Annem yerlere kadar uzun beyaz sakallı evliyayı, bir yaz gecesi, Söke’de bir incir ağacı altında yatarken görmüş.

İncir bahçeleri yerlerini, pamuk tarlalarına bırakmış. Pamuk daha çok para getiriyor diye. Pamuk tarlalarına da Virginia tütünü ekilirse hiç şaşırmayacağım. Pamukçu da zorda şimdi.

Sultaniyeyi, yaş üzüm ihracatı kurtardı. Hormon sayesinde tabii. Aslında üzüm şanslı. Asma arsız bir bitki. Çabuk büyüyor. Ne demiş zaten: “Bana sarılacak yer gösterin, Ay’a uzanayım.”

En geç büyüyeni, zeytin ağacı, verim için elli yıl gerekiyor. Ama en uzun yaşayanabileni de o. Bin yıl yaşayabilir, bırakırsanız. Bırakmıyoruz ki yaşasın: Kökleyip kökleyip, çirkin villaları konduruyoruz yerlerine. Acaba, kutulu zeytin yağı satabilseydik yurt dışına, böylesine kolay yok edilirler miydi?

Defne; hüdai nabit, kendiliğinden yetişiyor yani. Ya makilik alanlarda yetişiyor ya da güzelim kızıl çamlarla, kara çamlarla birlikte. Bakım falan da istemiyor. Ama yine de çok değerli. Değerli olmasa, Roma imparatorlarının başını süsler miydi, taç niyetine.

Kimya ve ilaç sanayiinde kullanılıyor. Ben ise, balık pişirmede kullanıyorum. Kefal pilaki, defne olmaksızın, pişirilemez… Izgara, “kömür ızgara tabii”, yaparken çipuranın karnına bir kaç yaprak defne koymayı bir deneyin. Parmaklarınızı yersiniz… Yazlık siteler, defneyi de katlediyor ama, esas katili orman yangınlarıdır. Her yıl, binlerce çam ağacı yanında, defne de yanıp gidiyor. Egeli ozan, Egeli romancı çoktur da Ege’nin ozanı, romancısı pek yoktur. Umarım Defnem, büyüyünce ne iş yaparsa yapsın, şiir yazmayı sürdürür.

Umarım Defne, incirin, üzümün, zeytin ağacının ve defnenin şiirini yazar. Ege’nin şairi olur yani. İşte bu yüzden adını Defne koydum.

Gazete Ege, 21 Ekim 1996

Originally posted 2015-11-02 10:54:15.