Skip to main content

Fatura

Elektrik, su ve Telekom faturalarının ödeme zamanı yaklaştıkça, içimi korku sarıyor. Hepsi de yüksek mi yüksek. Her yeni gelen, bir öncekinden de mutlaka yüksek.

Ancak, bizi ailece en çok korkutanı, elektriğinki. En yüksek fatura olmasından öte, bir de upuzun kuyrukta sıra beklemesi de var ödeyebilmek için. Diğerleri çoktan on-line’a geçti ama, TEDAŞ’ınki ille de belirli bir banka şubesine ödenecek. Aileden kimin kuyruğa gireceğini belirlemek için, aramızda kura bile çektiğimiz oluyor. Oğlumu, rüşvet teklifi bile iknaya yetmiyor. Üstelik kuyrukta beklemekten kötüsü de var. Bir-birbuçuk saatlik bekleme sonunda vezneye ulaştığınızda, “Efendim, sizin faturanız gelmemiş henüz” yanıtı almanız da “vaka-i adiyeden.” İş günü olarak hesaplarsanız, ödeme için tanınan süre, beş-altı günü geçmiyor. “Şeytan azapta gerek”, haydi ertesi gün yine kuyruğa…

Acaba ben mi yanlış anımsıyorum? Bir zamanlar, elektriksu ve de o devirlerde Alsancak civarında kullanılan havagazı ücretleri, kapıdan tahsil edilmez miydi?

İZSU ise, kullanılmayan su için, atık su parası alıyor. Kayınpederimin evi üç yıldır kapalı ve su tüketimi hiç yok. İZSU faturaları kanıttır. Ancak her ay yüz on bin liralık atık su parası alıyorlar. Eğer İzmir yeşerecekse, ağaç paralarına helal olsun…

Kablolu TV faturaları ise bir başka alem. Yalan olmasın, abone olduğumda yüz bin lira mı neydi. Şimdilerde aylık 600 bin lira. Galiba, Ekim ayı faturası 3 milyon gelecekmiş. Üstelik, kanalları, canları istedikçe, istedikleri gibi değiştiriyorlar. Abone olurken, ucuzluğu kadar, güvenli oluşunu da göz önünde bulundurmuştum. Yağıştan, fırtınadan etkilenmez di-ye. Ne gezer; ikide bir kesiliyor. Hem de ne keşiliş. İki gün süreni bile oldu. Ucuz antenler, pırıl pırıl gösterirken biz, oğlum gelsin de eski antene göre ayar yapsın diye bekliyoruz. 126’dan da bilgi alabilirsen, al bakalım. 118, 126’dan da beter oldu. Ne zaman çevirseniz, meşgul. Arada bir aradığında da açanı yok. Telekom, uzun süre, rehber yerine 118 ile idare etti durumu. Ama, ikisi aynı şey değil. Rehber olmazsa, telefonsuz bir ortamda aradığınız numarayı nasıl öğreneceksiniz? Numara değil de adres peşindeyseniz ne olacak? Ben şanslıyım: İki gün önce yeni rehberimi alabildim. Alamamış olsaydım, bu yazıda “Ne oldu bizim paralar, üstüne mi yattınız?” diye soracaktım. Büyük çoğunluk, rehberini alamadı henüz.

Sahi, 1980’lerdeki büyük tele-komünikasyon devrimimizden önce bile PTT, her yıl düzenli olarak rehber bastırıp, dağıtmaz mıydı? PTT’nin T’si ayrıldığında, önce mektuplar yerine ulaşamaz olmuştu. Sebebi, ayrımcılığa ve eşitsizliğe karşı direnişte sanırım. Anlayışla karşıladık. Peki ya TELEKOM’a ne oluyor?

Ben, yine de en çok emeklilerin maaş kuyruğuna kızıyorum. Böyle giderse, ben de bir gün, “o kuyrukların birinde, düşüp ölebilirim” diye, düşünüyorum bazen.

Emekli maaşı kuyruklarının çözümü için, on-line sisteminin etkin kullanımı bile yetmez bence.

Emeklilerin maaşı, nakten, evlerinin kapısında ödenmeli…

Gazete Ege, 18 Ağustos 1997

Originally posted 2015-11-02 10:54:08.

Batıl’dan Emsal Olmaz

Şimdi artık, imbat rüzgarı sokak aralarında dolaşmıyor… Şimdi artık; İzmir’in sokakları deniz kokmuyor, yosun kokmuyor…”

Çünkü bütün sahili, boydan boya apartman duvarı ile ördük.

O güzelim sakız biçimi evleri yıktık. Karşıyaka’nın, palmiyelerle hurma ağaçları ile örtülü bahçelerini yok ettik.

“Onların yerlerinde şimdi, Çin Seddi’nden farksız, bir apartman duvarı yükseliyor..” diye yazmışım, 17 Aralık 1989 günü yayınlanan bir yazımda.

Bu yazımda, kişi olarak kimseyi suçlamamıştım elbette. O tarihlerde, çevre bilinci uyanmıştı bile. Gelişmiş batı, balinaları fokları katlederken, biz de bir körfezi öldürmekteydik.

Deniz pislik tutmaz sanır, yavaş yavaş çoğalmaya başlayan lağım atıkları arasında, yüzmeyi sürdürüdük.

Bir de müthiş birşeyi keşfetmiştik, hayretle. Bu keşfettiğimiz ranttı, özellikle arsa rantı ilk olarak. Yalı’da bile oturuyor olsan, sakız biçimi bir evin içinde, çoğunlukla mütevazi bir yaşam sürerken, bir de bakmışsın, köşeyi dönmüşsün. Tek bir ev yerine, dört beş daire…

Yahya duvar örmekte olduğumuz yıllarda, benim çocukluğumda yani, apartmanda yaşamak, ayrıcalık sayılırdı. Ben de büyüyünce bir apatman sahibi olmayı düşlemiştim doğallıkla:

Giriş kapısı siyah mermerden, antre zemini halı, duvarları ayna kaplı. İstanbul’a gidişlerimden birinde, benzerini görmüştüm herhalde…

Yakın zamanlara kadar sürdü, apartmanda yaşamak tutkusu. Avare Mustafa filmini hatırlayın: gecekondu yaşamı ile apatman yaşamı arasındaki çelişki değil miydi filmde yaşanan?

Şimdilerde artık; yoksulların yaşam biçimi olmaya başladı, apartman yaşamı. Parası olan, yüzme havuzlu villasına kaçıyor son doğanın koynuna. Restore edilmiş, eski yapılarda yaşamak da revaçta. İşte ben bu modayı pek tutuyorum…

“Çin Şeddi” benzetmesi, çokça kullanılıyor İzmir’de… Sağlıksız kentleşmeyi, çirkin yapılaşmayı, doğaya ve insana ihaneti tanımlamak için kullanılıyor. Belki, Çin Seddi’ne haksızlık ediyoruz ama, bu müthiş anıt bile, sadece yerinde güzel…

İzmir’in içinde güzelim sahillerimizde istemiyoruz yani.

Oysa ki; Çin Şeddi deyimi, “batılı emsal” olsun diye kullananlar da çıkmıyor değil zaman zaman. “Madem ki daha önce yapılmış, bir de ben yapsam ne çıkar” mantığı ile…

Kimileri ise; Çin Şeddi deyimini kullanmıyor, ama mantık aynı. Daha önce, tarım arazisine bir fabrika kurulmuş ya, aradan uzun yıllar geçmiş bile olsa, onu emsal gösterip, yanı başındaki pamuk tarlasına bir tane de o kuracak.

Tarım arazilerinin korunması, Anayasa’nm emir hükmüymüş ne gam, nasıl olsa yanıbaşmda kötü örnek hazır.

Çoğu kez, hukuku iyi bellemesi gerekenler bile, bu tuzağa düşüyor. Böyle yükseliyor, imar planlarına aykırı çok katlı binalar… Böyle yok oluyor, tarım arazileri.

Aynı mantıkla izin verseniz, birbirlerini örnek göstere göstere, Torbalı’dan Karabağlar’a dayanacak, mermer atelyeleri-fabrikalar…

“Batıldan Emsal Olmaz”

Kötü örnek, örnek değildir yani…

Eminim, hukukla ilgili herkes bilir bunu. Çünkü; bir temel ilkedir hukukta. Eminim bilirler, unutmuşlardır olsa olsa.

Alsancak Yahsı’na, Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Çin Şeddi kurarken büyüklerimiz mazeretleri vardı; çevre bilinci, uyanmamıştı henüz. “Sağlıklı kentleşme” falan da konuşulmazdı.

Bizimse mazeretimiz yoktur. Biz yaşayarak öğrendik, sağlıksız kentlerin doğaya neler ettiğini. Körfezler nasıl ölür, nasıl tükenir canlı türleri, gördük.

Bizim mazeretimiz yoktur artık, yine de yaparsak, Taamüden olur…

Yeni Asır, 8 Mayıs 1995

Originally posted 2015-11-02 10:54:12.

Enflasyon Bağımlısı Olduk

Türkiye’de enflasyon stardı, kuşku yok ki “her mahallede bir milyoner yaratmak” sloganı ile verilmiştir. Amaç, en azından her mahallede, yerli bir kapitalist yaratıp, ekonomik kalkınmayı onlar eliyle başarmaktı.

Olmayan sermaye birikimini gerçekleştirmek ve ekonomiye canlılık kazandırmak için, ılımlı bir enflasyon, ekonomik politika aracı olarak kabul edilebilir. Tek bir milyoner yaratabilmek için, o mahalledeki diğer tüm insanların az veya çok yoksullaşmasını göze almak koşuluyla elbette.

Enflasyonun, dar ve sabit gelirli insanların cebinden tırtıkladığı satın alma gücü, buharlaşıp yok olmaz. Sayıları azalırken, servetleri büyüyen, başka insanların cebine gider. “Her mahallede bir milyoner yaratalım” derken bir de bakmışız ki; “Her apatmanda, daire sahibi sayısı kadar milyarder” yaratmışsınız. Bugün Türkiye’nin büyük kentlerinde, değeri iki-üç milyardan aşağı apartman dairesi yok gibi. Yani artık, pek çok milyarderimiz var, ama aylık su, elektrik ve telefon giderlerini ödemekte zorlanan, garip milyarderler…

Aslında bütün dünyada fiyatlar, 1930 bunalımı gibi istisnalar dışında hep yükselme eğilimindedir. Bu artışın; enflasyon sayılabilmesi için, hızlı ve devamlı olması gerekir. Tek başına yüksek fiyat düzeyi, enflasyon sayılmaz. Fert başına milli gelirin yüksek olduğu gelişmiş ekonomilerde, fiyatlar da yüksektir ama enflasyon yoktur.

Enflasyonun çok önemli bir özelliği, kanser gibi, kendi kendini beslemesidir. Ücret fiyat çekişmesi, bir de başladı mı, durdurmak çok zordur. Ücret artışı taleplerini bastırarak, söz konusu çekişmeyi bitirmek amacıyla yapılan faşist darbeler bile, bu işi uzun süre başaramamıştır. Kaldı ki; ücret artışlarının, enflasyon artış oranlarının çok gerisinde kaldığı durumlarda da enflasyon ortadan kalkmamaktadır. Tam tersine, özellikle de işletmelerin çok düşük kapasite ile çalıştığı dönemlerde, ücret iyileştirmeleri talep artışı yaratarak; kapasite kullanım oranını yani arzı çoğaltmakta ve fiyatları geriletebilmektedir.

Bence bizim enflasyonumuz bugün; talep değil, maliyet enflasyonudur. Devamlı artan yüksek fiyatlara rağmen, sanayimizin düşük kapasite kullanım oranları, bu görüş için yeterli bir kanıttır. Enflasyonumuzu, artan döviz kurları, yüksek faizler ve de KİT zamları beslemektedir.

Böyle bir enflasyonun çözüm yolları da bellidir ve bunu herkes bilmektedir. O halde, niçin yıllardır bocalıyoruz?

Çünkü biz, toplumca, enflasyon bağımlısı “enflasyonkolik” olduk da ondan.

Bir “enflasyon lobisi”nden söz etmekteyiz. Elbette vardır. Zaten, enflasyon, onlar yaratılsın diye icat edilmedi mi? Ama galiba hepimiz, kıyısından köşesinden, o lobiye dahil olduk. Aylık küçük bir ek gelir için, vadeli mevduat hesabına, birkaç milyon yatırmış memurumuz küçük esnafımız, faizler birden bire yüzde dörtlere iniverse, fena halde bozulmaz mı? Ya cebimizdeki bir-kaç yüz markın, doların fiyatı, devamlı artacak yerde, birden düşüverse?

“El çek ilacımdan tabib” biz enflasyomuzdan memnunuz…

Gazete Ege, 12 Ocak 1998

Originally posted 2015-11-02 10:54:05.