Skip to main content

Karşıyaka’da Sabah Gevreği

Bin dokuz yüz ellili yılların başları… Sabahın erken saatlerinde, Karşıyaka’nın ara sokakları bomboş.

Hava şimdiden sıcak. Cırcır böcekleri, birazdan ötmeye başlayacak…

Uykumu alamamışım. Ama gevrek, sabah gevreği, o saatlerde satılır, satılırsa…

Kardeşimle birlikte, gevrek satıyorum. Bağırmaya utandığım için, ben sepeti taşıyorum, kardeşim bağırıyor; “Haydi gevrek var, sıcak gevrek. Kazan gevreği bunlar…”

Arada bir, bir kadın başı pencereden uzanıyor ve sesleniyor, “Getir oğlum gevrekçi, dört tane getir.”

Sepetin üstündeki beyaz örtüyü açıyorum, havaya sıcacık bir buhar yükseliyor. Gevreklerimiz, gerçekten sıcak mı, sıcak…
Sonra dört sıcak gevreği, çıkarıp kardeşime veriyorum, elleri yana yana götürüyor.

Varlıklı değildik ama, mahalledeki pek çok arkadaşımız gibi, yalınayak gezecek kadar yoksul da değildik. Bu yüzden arkadaşlarımıza özenerek, yalınayak gezdiğimizde, onların ayaklarına batmayan bütün cam parçaları, bizim ayağımıza batardı.

Yoksul sayılmazdık ama yaz tatillerinde kardeşimle birlikte gevrek sattık bir dönem. Sabah gevreği ayrı akşam gevreği ayrı.

Kardeşim kendi adına soğuk su ve buzlu koruk şerbeti de satmıştı.

Aslında, Yahudi çocukları gerçekten öyle yapar mıydı bilmem ama, babam en varlıklı Yahudilerin bile -İzmir’de yoksul Yahudi pek yoktu galiba- çocuklarına gevrek sattırdıklarına, işportacılık yaptırdıklarına ve bu yüzden varlıklı olduklarına inandırmıştı bizi…

O yıllarda, “her mahallede bir milyoner yaratma” politikaları, Türkiye gündemine girmişti.

Babam da, kardeşim de, ben de varlıklı olmayı istiyorduk, doğal olarak.

Jean Paul Satre’ı okumamış babam; nereden bilsin ki, sürgünde yaşayan Yahudiye, pis iş sayılan ticaret dışında tüm alanlar kapatılmıştı asırlar boyu.

Devlet yönetiminden askerlikten, tarımdan yasaklanmış Yahudi de ticarette uzmanlaşarak, büyük varlıklar edinmiş ve kendisini ezenleri, ezmeye başlamıştı.

Ben okuyup, yazdıkça çocukluğumun varlıklı olma tutkusundan utanç duymaya başladım ve kamu görevlerine yöneldim.

Kardeşim ticaretle uğraşmayı sürdürdü. Benden küçük olduğu halde, yıllar önce varlık edinemeden öldü.

Asırlar sonra, Yahudi kendi devletini kurdu. Şimdilerde ticaretten çok savaş yapıyorlar.

Ben de, 1402 sayılı yasaya dayanılarak, kamu görevlerinden yasaklandım.

1980 yılından bu yana, acaba kaç 1402’lik gevrek satarak geçinmek zorunda kaldı yıllar boyu?

Cumhuriyet, 20 Ocak 1990;
Gazete Ege, 30 Haziran 1997

Originally posted 2015-11-02 10:54:30.

Plan – Pilav ve Piyasa Ekonomisi

Serbest piyasa ekonomisinin karşıtı, planlı ekonomidir, başka şey değil… Piyasaya; devletin tekellerinin veya bir başka merkezi otoritenin makro plana dayanmayan müdahaleleri durumunda, herhangi bir sistemden söz edilemez çünkü. Ortaya çıkacak olan, sistemsizlik ve hatta ekonomik anarşidir.

Yani ya arz-talep mekanizması ya da makro bir plan. Ben, bir üçüncü yol bilmiyorum…

1960’lara doğru Türkiye’de plan mı yoksa pilav mı tartışmaları vardı. Sanki, çelişen şeylermiş gibi. Oysa ki, plan isteyenlerin amacı zaten, daha çok daha bol pilavdı…

Ve ekonominin yarısından fazlası, devlet denetiminde olan,
o zamanki Türkiye’de makro plan yanlısı olmak, doğru ve doğaldı. Seçim; kişilerin politik tercihleri ile bilimsellik arasındaydı. Yoksa, serbest piyasa ile devletçilik arasında değil.

Pragmatik Devletçilik

Zaten, bizim devletçiliğimiz de zorunluluktan kaynaklanan, ideolojik değil, pragmatik bir devletçilikti ve amacı, sınıfsız bir toplum yaratmak değil, milli bir burjuva sınıfı yaratmaktı…

Günümüz dünyasında planlı ekonomiler, geçmişte büyük işler başarmış da olsalar, geçerliliklerini yitirmiş gibi. Dev boyutlara ulaşan ekonomiyi artık, emredici bir makro planla, merkezden yönetmek olanaksız. Özellikle, globalleşme denilen olgu karşısında, yani sermayenin artık ne milliyeti ne de milli pazarı kalmamışken, devletçilik ve planlı ekonomi nasıl savunulabilir, ben bilmiyorum.

Mümkün müdür, tüm dünya ekonomisini tek bir merkezden planlamak?

Bu gelişme, insanlığın hayrına diye düşünüyorum, çünkü demokrasinin hayrına.

Vahşi Kapitalizm

Çünkü planlı ekonomi, otoriter-totaliter siyasal sistemlerin ekonomik sistemidir. Serbest piyasa ekonomisi ise, demokrasinin ekonomik sistemi. Yanlış anlaşılmasın, vahşi kapitalizmden söz etmiyorum, o da faşizmin ekonomisidir…

Türk devletçiliği de işlevini tamamlamış görünüyor. Yeterli sermaye birikimi sağlandı, bırakınız milli burjuvayı, uluslararası girişimcilerimiz ortaya çıktı. Çok uluslu şirketlerle bütünleşme, hızla sürüyor.

Artık gündemde, devletçilik ve makro plan tartışmaları değil, rekabetin korunması, tüketicinin korunması, doğanın korunması var. Bunlar korunsun ki serbest piyasa ekonomisi yerine, vahşi kapitalizm gelmesin.

Liberal ekonomi; demokrasinin ekonomik sistemi. Anayasamızın öngördüğü, “sosyal hukuk devleti” için, devletin, nerelere nasıl ve ne miktarda girmesi gerektiğini tartışmak ise, liberal ekonomiyi bozmaz elbette. Aksine, demokrasiyi güçlendirir.

Tarıma Makro Plan

Bir de plan kavramını, planlama kavramını, tümüyle silip atmayalım. Liberal ekonomide bile onların da yeri var. Emredici değil, yol gösterici ve özendirici olmak koşuluyla liberal ekonominin de plana gereksinimi var. Emredici değil yol gösterici özendirici bir makro plana en çok tarımımızın gereksinimi var.

Hangi ürünün, nerede, ne zaman, ne miktarda ve nasıl üretilmesi gerektiğini bilmek için, desteklemeyi, politik tercihlere değil, bilimsel temellere dayandırmak için var. Türkiye, daha çok buğday daha çok et ve süt istiyor…

Gazete Ege, 16 Aralık 1996

Originally posted 2015-11-02 10:54:14.

Batıl’dan Emsal Olmaz

Şimdi artık, imbat rüzgarı sokak aralarında dolaşmıyor… Şimdi artık; İzmir’in sokakları deniz kokmuyor, yosun kokmuyor…”

Çünkü bütün sahili, boydan boya apartman duvarı ile ördük.

O güzelim sakız biçimi evleri yıktık. Karşıyaka’nın, palmiyelerle hurma ağaçları ile örtülü bahçelerini yok ettik.

“Onların yerlerinde şimdi, Çin Seddi’nden farksız, bir apartman duvarı yükseliyor..” diye yazmışım, 17 Aralık 1989 günü yayınlanan bir yazımda.

Bu yazımda, kişi olarak kimseyi suçlamamıştım elbette. O tarihlerde, çevre bilinci uyanmıştı bile. Gelişmiş batı, balinaları fokları katlederken, biz de bir körfezi öldürmekteydik.

Deniz pislik tutmaz sanır, yavaş yavaş çoğalmaya başlayan lağım atıkları arasında, yüzmeyi sürdürüdük.

Bir de müthiş birşeyi keşfetmiştik, hayretle. Bu keşfettiğimiz ranttı, özellikle arsa rantı ilk olarak. Yalı’da bile oturuyor olsan, sakız biçimi bir evin içinde, çoğunlukla mütevazi bir yaşam sürerken, bir de bakmışsın, köşeyi dönmüşsün. Tek bir ev yerine, dört beş daire…

Yahya duvar örmekte olduğumuz yıllarda, benim çocukluğumda yani, apartmanda yaşamak, ayrıcalık sayılırdı. Ben de büyüyünce bir apatman sahibi olmayı düşlemiştim doğallıkla:

Giriş kapısı siyah mermerden, antre zemini halı, duvarları ayna kaplı. İstanbul’a gidişlerimden birinde, benzerini görmüştüm herhalde…

Yakın zamanlara kadar sürdü, apartmanda yaşamak tutkusu. Avare Mustafa filmini hatırlayın: gecekondu yaşamı ile apatman yaşamı arasındaki çelişki değil miydi filmde yaşanan?

Şimdilerde artık; yoksulların yaşam biçimi olmaya başladı, apartman yaşamı. Parası olan, yüzme havuzlu villasına kaçıyor son doğanın koynuna. Restore edilmiş, eski yapılarda yaşamak da revaçta. İşte ben bu modayı pek tutuyorum…

“Çin Şeddi” benzetmesi, çokça kullanılıyor İzmir’de… Sağlıksız kentleşmeyi, çirkin yapılaşmayı, doğaya ve insana ihaneti tanımlamak için kullanılıyor. Belki, Çin Seddi’ne haksızlık ediyoruz ama, bu müthiş anıt bile, sadece yerinde güzel…

İzmir’in içinde güzelim sahillerimizde istemiyoruz yani.

Oysa ki; Çin Şeddi deyimi, “batılı emsal” olsun diye kullananlar da çıkmıyor değil zaman zaman. “Madem ki daha önce yapılmış, bir de ben yapsam ne çıkar” mantığı ile…

Kimileri ise; Çin Şeddi deyimini kullanmıyor, ama mantık aynı. Daha önce, tarım arazisine bir fabrika kurulmuş ya, aradan uzun yıllar geçmiş bile olsa, onu emsal gösterip, yanı başındaki pamuk tarlasına bir tane de o kuracak.

Tarım arazilerinin korunması, Anayasa’nm emir hükmüymüş ne gam, nasıl olsa yanıbaşmda kötü örnek hazır.

Çoğu kez, hukuku iyi bellemesi gerekenler bile, bu tuzağa düşüyor. Böyle yükseliyor, imar planlarına aykırı çok katlı binalar… Böyle yok oluyor, tarım arazileri.

Aynı mantıkla izin verseniz, birbirlerini örnek göstere göstere, Torbalı’dan Karabağlar’a dayanacak, mermer atelyeleri-fabrikalar…

“Batıldan Emsal Olmaz”

Kötü örnek, örnek değildir yani…

Eminim, hukukla ilgili herkes bilir bunu. Çünkü; bir temel ilkedir hukukta. Eminim bilirler, unutmuşlardır olsa olsa.

Alsancak Yahsı’na, Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Çin Şeddi kurarken büyüklerimiz mazeretleri vardı; çevre bilinci, uyanmamıştı henüz. “Sağlıklı kentleşme” falan da konuşulmazdı.

Bizimse mazeretimiz yoktur. Biz yaşayarak öğrendik, sağlıksız kentlerin doğaya neler ettiğini. Körfezler nasıl ölür, nasıl tükenir canlı türleri, gördük.

Bizim mazeretimiz yoktur artık, yine de yaparsak, Taamüden olur…

Yeni Asır, 8 Mayıs 1995

Originally posted 2015-11-02 10:54:12.