Skip to main content

Nif’e Yenilen Napolyon

Ben Kemalpaşa’ya ilk kez dokuz yaşındayken, bir kiraz bayramında gittim. Gazi İlkokulu’nda üçüncü sınıfı okurken, öğretmenimiz, emekliliğine az kalmış yaşlı bir adamdı. Sınıfta uyuklar, dersi çoğu kez sınıfın çalışkan öğrencilerine anlattırırdı.

Fırsatını buldukça da bizi geziye götürürdü. Sık sık Fuar’a giderdik. Agora’yı ve Bayraklı’daki eski İzmir kalıntılarını ilk kez, bu gezilerde gördüm.

Kemalpaşa’ya kiraz bayramı için yapılan gezi de işte bunlardan biriydi. Yemyeşil çayırların üstüne yayıldık. Koştuk, oynadık. Öğretmen bazılarımızı güreş tutmaya zorladı. Peynir, ekmek, kimimiz haşlanmış yumurta, soğuk köfte yedik. Ama kuşkusuz en çok da kiraz. Sepetler dolusu kiraz tükettik. Kulaklarımıza küpe gibi astık.

Yıllar sonra işsiz olduğumuz bir sırada, Celal ve Mehmet ile birlikte kiraz dış satımına karar verdik. 1978 yılında tanıştığım Eddy Warrington’la yazıştık. Eddy Warrington’m karısı İtalyan, iki damadı Türk’tür. Türkçeyi Türkten farksız konuşur.

Napolyon kirazın Londra’daki fiyatı, yaklaşık iki bin liraymış. Biz burada, bin liraya mal edebileceğimizi hesapladık. Yüzde yüz kar! İyi… Dışsatım Akm’m şirketi üzerinden yapılacak.

Üçümüz, elimizdekileri ortaya koyduk, küçük bir sermaye oluşturduk. Günde beş yüz kilo göndermeye yetecekti. Kuşkusuz paranın geri dönüşü hızlı olmalıydı ve aksamamalıydı.

“Böcek Yaşar” bize, Parsa’da bir dükkan buldu. Sekiz-on da işçi kadın. Kadınların bazıları, 1978-1979 yıllarında Tariş’te üzümde çalışmış.

Avrupalı meyvenin sebzenin en iyisini yemek ister. Her kirazı gönderemezsiniz. Herşeyden önce, ya Napolyon cinsi olacak ya da Salihli… Taze olacak, kurtsuz olacak, sapı kopmamış olacak, beş kiloluk karton kutuya konacak. İstiflerken sapları aşağı doğru yerleştirilecek ve uçakla gönderilecek.

Bizim çocuklarımız, ikiz kiraza bayılır. Londra’ya gidecek ise ikiz kiraz ıskartadır.

Havra sokağından satın aldığımız Napolyon veya Salihli bilesiniz ki çoğu kez, dış satım artığı, ıskarta kirazdır.

İlk beşyüz kiloluk parti için kolları sıvadık. Satın aldığımız kirazlar taze ve kurtsuzdu. Bunu, Teknik Ziraat Müdürlüğü görevlisi mühendis arkadaş da doğruladı.

Ambalajlamaya giriştik…

Kadınlarla birlikte ben, Celal, Mehmet, Böcek Yaşar ve hatta görevli mühendis de imece yöntemi ile çalışıyorduk. Çoğu kez Akın da katıldı.

Birinci parti, kazasız-belasız yerine ulaştı. İkinci de öyle.

Üçüncü parti kirazımızı, aktarma sırasında, Zürich havaalanında unutmuşlar. Dördüncü parti kısmet olmadı, battık…

Geçenlerde gazetede bir resim gördüm. Kemalpaşa’da kiraz bahçeleri, kurumaya yüz tutmuş. Nedeni, Nif Çayı’na akıtılan sanayi atıkları.

Korkarım yakında, kiraz bahçelerinin yerini hepten fabrikalar alacak.

Napolyon, bu kez de Nifin zehirli sularına yenik düşüyor…

Cumhuriyet, 24 Nisan 1990;
Gazete Ege, 13 Ekim 1997

Originally posted 2015-11-02 10:53:04.

Men-i İsrafat Kanunu

Cocuk olduğum çağlarda biz okulda, her yıl, “Yerli Malı Haftası” kutlardık. Yerli malı olarak doğallıkla, ayva, portokal, kuru incir ve üzüm getirir, afiyetle yerdik. Öğretmenlerimizin, bize göstermek için, Nazilli Basması ve Beykoz Kundura getirdiği de olurdu. Yerli Malı Haftası, sanırım şimdilerde de kutlanıyor. İçi boşalmış olarak kutlanıyor, eğer kutlanıyorsa. Çünkü; çocuk olduğum çağların haftası bize, tasarrufun bir erdem olduğunu öğretmek için kutlanırdı.

Zaten toplumsal geleneğimizde, İslam dininin de etkisiyle, tasarruf bir erdem sayılır, israf ve gösteriş için yapılan harcamalar, hoş karşılanmazdı. Orucu, zeytinle açmak bundardır.

Sonraları önce rant ve ardından da kara-para icat oldu ve gelenek bozuldu. Artık, erdem sayılan, tüketimdir. İftar yemeği, yine zeytinle başlasa da kuşkonmaz ve havyarla sürdürülebiliyor. Zeytin bulamayanların sayısı da epeyce arttı…

Yeni nesilller bilmez ve uzun zamandır hiç uygulanmadığı için eskiler de unutmuştur ama bu toplum, bir zamanlar, galiba Osmanlı zamanında, israfı engellemek için yasa bile çıkartmıştır. Uygulanmasa da yürürlükten kaldırılmamış olan bu yasanın adı, “Savunganlığı Yasaklama Yasası” Osmanlıcası yazımın başlığı oldu zaten…

Savurganlık sayılan harcama sınırları, aklımda değil. Ama “Kuruş” olarak belirlendiğini unutmadım. Bir liranın yüzde biri yani etrafı tırtıllı, yuvarlak madeni bir kuruşları ve yüz para denilen, sarı, ortası delik, ikibuçuk kuruşları, görüp kullanan nesildenim ben.

Men-i İsrafat Kanunu’na göre, örneğin düğünde, üçbin kuruştan fazlasını harcayanlar, üç ay hapsolunurlar. Şimdi ben, bir sandviç aldığım zaman bu limiti tam beş bin kat, o da yüzellibin liralık sandviç bulursam, aşmış olmuyor muyum? Amma da müsrifim değil mi?

Bereket ki; tasarrufu, yeniden erdem sayılacak hale getirmek amaçlı çalışmalar gündemde. Kimi kamu kuruluşlarında, video ve tv’ler satılıyor, makam araçlarına sınırlama getiriliyor. Bu aletlerin çoğu, uzun yıllar önce, genellikle de bağış yoluyla edinilmiş ve biraz zor kullanılır durumda. Yine de sadece numaralarla, onların da alt kademeleriyle sınırlı olmamak koşuluyla, iyi bir başlangıç. Nasılsa memur, tasarrufun, hep kendisinden başlatılmasına alışıyor.

Enerji dar boğazı korkusu, elektrik tasarrufuna, ayrı bir önem kazandırıyor. Gereksiz lambalarımızı söndürüyoruz. İstersen söndürme de TEDAŞ, göstersin sana gününü….

Biz, birer ampulümüzü söndürerek, enerji tasarrufuna katkı yapalım yapmasına.

Peki ama acaba neden, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’ndaki karpuz lambalar, saat 15’de yakılmakta, kimi günlerde ise hiç söndürülmemektedir!

Gazete Ege, 26 Ocak 1998

Originally posted 2015-11-02 10:55:09.

Küreselleşme ve Ekonomik Planlama

Durum’un yazı ailesine bu sayıdan itibaren Erdinç Gönenç de katıldı. Bürokrasiye Bankalar Yeminli Murakıbı olarak başlayan Gönenç, ilginç ve zengin deneyimler edindiği bir mesleki yaşama sahip. Belediye personelcilikten TARİŞ Genel Müdürlüğü’ne, KİT yöneticiliğinden İl Sanayi ve Ticaret Müdürlüğü’ne kadar uzanıyor bu yaşam. Arada siyasi deneyimlerle de süsleniyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1960’lı yıllarda yeni yeni esmeye başlayan sol rüzgarlarla beslenerek gelişen bir kültürün ürünü Gönenç. Fakat O öğrencilik yıllarında diyalektiği en iyi bilen ve yorumlayan bir solcu olarak elbette olduğu yerde kalmayacaktı, dinazorlaşmayacaktı. Aşağıdaki yazısı, O’nun bu niteliğini sergilemesi açısından ilginçlik taşıyan ve aynı zamanda halen 1960’lı yılların savlarını savunan ve bunu da marifetmiş gibi gösteren birileri için de bazı dersler içeriyor.
Ayhan Çopur

Öncelikle belirteyim ki bu yazıda, planlama denildiğinde merkezi, global ve en azından kamu sektörü için, emredici planlama kastedilecektir. 27 Mayıs’ın getirdiği en önemli yenilik bence, planlama kavramı ve Devlet Planlama Teşkilatı’dır. Bu işi öylesine sevmiştim ki; temel amacım olan müfettişlikten bile vazgeçip, DPT uzmanı olmaya çalışmıştım, olmadı…

Koşullar değişmemiş olsa, ben bugün de planlı ekonomiyi savunurdum. Oldukça küçük, büyük ölçüde dışa kapalı ve stratejik doğal kaynaklar açısından yoksul bir ekonomide; planlama hem mümkün, hem de fazlasıyla yararlıdır çünkü. Üstelik ekonominin çok büyük bölümü devletin mülkiyetinde ve kapitalist sınıf yaratmak amacıyla da kullanılsa, devletin denetimindeydi. Kıt kaynakların kullanımını, yöneticilerin bilinçsiz ve çoğu kez popülist kararları yerine, bilimsel bir planın yönlendirmesine bırakmak, akılcı bir yoldu.

Ne yazık ki bizim plancılığımız, belki ilk bir-iki yıl dışında, gerçek bir plancılık olamadı. DPT’de Teşvik uygulama Dairesi’ne dönüştü. Bugün en yoğun bürokrasinin DPT’de uygulandığını söyleyenler pek de haksız sayılmaz. Tire Organize Sanayi Bölgesi’nin, kaç dekar alana kurulacağına, onlar karar veriyorlar ve bu kararı da çok geç veriyorlar.

Günümüz Dünya’sı; teknolojik gelişmeye, özellikle de bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki gelişmeye bağlı olarak, 1960’ların dünyasına göre çok değişti. Devlet etnik ve dinsel nedenlerle çoğalıp küçülürken, ekonomi müthiş bir birleşme ve büyüme yaşıyor. Eskinin, müteşebbis kapitalistinin yerini, kupon kesen rantiyeler alırken, yönetim de beyaz yakalıların eline geçiyor. Doğallıkla, sermaye piyasaları devleşiyor. Sermaye için ulusal sınırlar ortadan kalktı. Hemen tüm büyük şirketler çok uluslu. Özelleşirme, Thatcher ve Reagan’dan beri, egemen ideoloji. Hemen her yerde devlet, ekonomiden hızla çekiliyor.

Küreselleşme adı verilen bu olgu karşısında artık, bir plan-lı ekonomiden söz etmek mümkün müdür? Mümkün müdür; sermayenin, mal ve hizmetlerin, serbest dolaşımını engellemek? ABD, Kolombiya’nın uyuşturucu imparatorluğunu, Noriega’yı, boşuna mı yerle bir etti. Siz, bizdeki mafyacıklara bakmayın. Mafyacılığın sonu geldi. Serbest dolaşım öyle gerektiriyor.

Eğer ekonomi planlanacaksa, dünya ölçeğinde planlanabilmeli artık. Kurgu filmlerdeki gibi bir gün, dünyamız cyborg egemenliğine geçerse, onlar belki de bunu başarabilir.

Bu yüzden yapılması gereken, planlı ekonomi günlerini düşlemek değil, piyasa ekonomisinin, vahşi kapitalizme dönüşümünü engelleyerek, gerçekten serbest piyasa ekonomisi olarak yaşamasını ve hatta, sosyal piyasa ekonomisine ulaşmasını, sağlamaya çalışmaktır. Bunu başarabilmenin başlıca araçları da; doğayı (mavi gezegeni), tüketiciyi ve ille de rekabeti korumaktır.

İşletme ölçeğindeki planlamanın vazgeçilemezliğinin, emredici değil, yönlendirici ve teşvik edici ve sektörel planlamanın (örneğin tarım planlamasının) bu yazımız kapsamı dışında olduğunu belirtmekle beraber, bu noktada ülkemiz açısından gösterdiği önemi dikkate alarak tarım planlaması ve tarımsal destekleme konusunda, birkaç şey söylemek isterim; 1978-79 yıllarında, Tariş Genel Müdürü olarak pamuk, çekirdeksiz kuru üzüm, zeytinyağı ve incir destekleme alımlarını, fiilen yürütmüş biri olarak, Türkiye’nin, hangi bölgesinde, hangi ürünün, ne miktarda üretilmesi gerektiğinin bilinmediğini, yaşayarak öğrenmiştim. Şimdi de durumun farklı olduğunu sanmıyorum.

Hangi ürünün destekleme kapsamına alınacağı ve taban fiyatın ne olacağı, bilimsel değil, politik nedenlerle belirlenmektedir.

Ben, tarımda desteklemenin vazgeçilmez olduğuna inananlardanım. Tarıma devlet desteğinin, piyasa ekonomisi ile ve küreselleşmenin gerekleri ile çelişmediğini de düşünüyorum. Öyle olmasaydı; ne ABD’de ne de Avrupa Birliği’nde, tarımı desteklemekten söz edilmezdi. Fransa’da, İspanya’da patates veya domates kavgalarını unutmayalım.

Kanımca, Türkiye’de hemen yapılması gereken işlerden biri, emredici değil, ama yönlendirici-teşvik edici bir global tarım planı hazırlanmasıdır. Bunun için de öncelikle, yurdumuzun hangi bölgesinde, hangi ürünün, hangi miktarda üretilmesi gerektiğinin bilinmesi gerekir. Daha sonra, plana uygun tüm üretimin, devlet destekleme kapsamına alınması uygun olacaktır.

Ekstrem bir örnek vermek gerekirse, Ege Bölgesi’ndeki pamuk üretimi desteklenirken, örneğin fındık üretimi kendi ha-line bırakılacaktır. Karadeniz Bölgesi’nde ise bunun tersi yapılacaktır.

Tarımsal planlama olmadığı için, Aydın’ın pamuk tarlalarına, Virginia tütünü ekilmesi, tütünden başka hiçbir şeyin yetişmediği kıraç topraklardaki şark tütüncülüğünün yok edilmesi, benim içimi sızlatırken, tütüncü aileleri, gecekondu insanına dönüştürüyor…

Köylümüz, hangi ürünü ekeceğine genellikle, bir önceki rekoltenin fiyatına bakarak karar verir. Yol gösterici bir plan olmayınca, zaten başka ne yapabilir ki? O zaman da fiyatı, dünya fiyatlarının çok üzerine çıkan susam, ertesi yıl depolarda küflenmeye terk edilir.

Tarımsal desteklemede, üretim girdilerinin mi, yoksa ürünün mü destekleneceği de çok tartışılmıştır. İşte, hangi üründe, hangi tür destekleme yapılacağını belirleyecek olan da yine “plan”dır…

Türkiye’de plan kavramı genellikle, ideolojik yaklaşımla değerlendirilmiştir. Plan-pilav tartışmasında olduğu gibi.

Gelin artık, plan konusunda da pratik ve pragmatist olalım…

Durum, Ekim 1997

Originally posted 2015-11-02 10:55:05.